Dünyanın hızlı bir şekilde globalleşmesi, ulaşım vasıtalarının ülkeler arası iletişimi kolaylaştırması, eğitim imkanları ve iş olanakları gibi hususlar Müslümanları, hâkim unsuru gayrimüslimlerden oluşan ülkelerde okumaya, çalışmaya ve ticaret yapmaya sevketmiştir. Farklı gayelerle gayrimüslim ülkelere giden Müslümanlar zamanla bu ülkelere yerleşip aile kurdu, çocuk sahibi oldu. Başlangıçta dil bilmeyen işçi sınıfından oluşan Müslümanların çocukları buralarda okuyup farklı alanlarda vazife aldı. Yerleşik kültüre karşı pasif direniş gösteren birinci kuşağın yerini her alanda etkileşime giren evlatlar aldı. Bir kısmı doğup büyüdüğü gayrimüslim ülkenin örf ve adetini benimsedi. Bu duruma bağlı olarak Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerle azınlıkta yaşadıkları gayrimüslim ülkeler arasında fıkhî hükümlerin tatbiki noktasında fark olup-olmadığı fukaha arasında farklı mütalalara yol açtı. Bu çerçevede Dâru’ l-Harb, Dâru’ l-İslâm kavramları yeniden müzakere edildi. Hangi ülkelerin Dâru’l-Harb, hangilerinin de Dâru’ l-İslâm olduğu, hangilerinde ne tür şartlar tahakkuk ettiğinde ikâmetin meşru olup-olmadığı gibi hususlar üzerinde duruldu. Ticaret, eğitim, Müslüman kadınların gayrimüslimlerle evliliği, helal gıda gibi hususlar öncelikli olarak incelendi. Bu bağlamda “Azınlık(lar) Fıkhı” (Fıkhu’ l-Ekalliyât)[1] diye bir literatür de gelişmeye başladı. Muasır bazı fakihler Müslümanların “ekalliyât/azınlık” teşkil ettiği yerlerde hükümlerin esnetilebileceğini müdafaa ederken çoğunluk, ahkâmın bölgeye ve yönetim şekline göre değişmeyeceği yönünde kanaat belirtmektedir. Bu noktada ortaya çıkan ihtilafın köklerinde Ebû Hanife’nin faizin ülkeye(dâr) göre değişip-değişmediği yönündeki içtihadı ve dayanakları vardır.
Ekalliyât fıkhı bağlamında üzerinde en çok durulan mevzuu, Dâru’ l-Harb’te yaşayan Müslümanların faiz almalarının caiz olup-olmadığı hususudur. Meseleye helal zaviyesinden bakanlar, hüküm açısından Dâru’ l-Harb ile Dâru’ l-İslâm’ı birbirinden ayırmakta; lakin Dâru’ l-İslâm’da Müslümanla Müste’men/Vizeli ya da Zimmî arasında da faizli işlemin haram olduğu noktasında ittifak edilmiş, faiz vermek gibi almanın da caiz olmadığı üzerine icma edilmiştir.[2] Hukukî yollardan Dâru’ l-Harb’e giren ya da orada yaşayan bir Müslümanın, ülke vatandaşlarının haklarına saygılı olması ve âdil davranması zorunluluk arz ettiği gibi, ihanette bulunması da haramdır. Bu noktada ittifak eden fukaha, bir Müslümanın gayrimüslimle faizli bir akit yapıp-yapmaması noktasında ihtilaf etmiştir.[3]
DÂR/ÜLKE KAVRAMI VE FIKHÎ HÜKÜMLERİN YÖNETİM ŞEKLİYLE MÜNÂSEBETİ
Faizin her şekliyle haram olduğu noktasında icma eden fukahanın, Dâru’ l-Harb’te yapılan faizli muamelelerde ihtilaf etmesi, mevzunun mekan faktörü ya da ülkelerin yönetim şekilleriyle yakından alakalı olduğunu göstermektedir. Bu durum “dâr/ülke” kelimesini, Dâru’ l-Harb ve Dâru’ l-İslâm diye iki kutuplu bir dünya tasavvuru çerçevesinde anlamayı gerekli kılmaktadır. I. Dâru’l-İslâmÜlke/Dâr kavramı erken asırlardan günümüze kadar fukaha arasında ihtilafa medar olan mevzulardandır. İdaresi Müslümanlarda olan ve Mü’minlerin orada güven içinde yaşadığı ülke Dâru’ l-İslâm[4] olarak tarif edilmiştir. Tariften de anlaşıldığı gibi Müslümanların kendilerinden olmayan insanları savaş pozisyonunda kabul etmesi iddiası gerçeğe aykırıdır. Zira tanımda esas alınan husus, idarenin Müslümanlarda olması ve Mü’minlerin o beldede güven içerisinde yaşamasıdır. Buna göre bir ülkenin Dâru’ l-İslâm addedilmesi için orada Ahkâm-ı İslâmiyye’nin tatbik edilmesi şart koşulmamış, mülkiyet ve Müslümanlar tarafından yönetilme şartıyla iktifâ edilmiştir. Müslümanların idaresinde olan bir ülkede mutlaka Ahkâm-ı İslâmiyye’nin tatbik edilmesi gerektiği de belirtilmiştir. Zira yasama, yürütme ve yargının İslâm’a göre olmadığı bir ülkede Müslüman ne derece emanda[5] olabilir? Şu ifadeler de yukarıdaki yaklaşımı teyit etmektedir: “Fethedilen fakat üzerinde Ahkâm-ı İslâmiyye tatbik edilmeyen ülkeler Dâru’ l-İslâm olarak kabul edilmez.”[6] Ahkâm-ı İslâmiyye’nin tatbik edilmesi esas alınarak yapılan tariflere göre halkın cumhuru kafirlerden oluşan bir ülkede İslâmî hükümler tatbik ediliyorsa orası da Dâru’ l-İslâm aksi ise Dâru’ l-Küfr addedilir.[7] Şâfii fakihler ise Dâru’ l-İslâm tariflerinde Ahkâm-ı İslâmiyye ve Şeriatı’nın galibiyetini şart koşmamaktadır. Onlar mücerret olarak buna muktedir olmayı ileri sürmekle iktifa etmişlerdir. Nitekim Maverdî şöyle demektedir: Herhangi bir küfür beldesinde bir Müslüman İslâm’ın ahkâmını tatbik etmeye kadir olsa, o belde de İslâm diyarı olur.[8] Başka birinin İslâm’a girme umudundan dolayı orada kalması, oradan göç etmesinden daha hayırlıdır.[9] Din hürriyetinin bir ülkenin Dâru’ l-İslâm olması için yeterli sebep olduğu düşünülürse gayrimüslimler tarafından idare edilen, fakat inançlara karışmayan bazı ülkelerin de Dâru’ l-İslâm olması gerekir ki bunu iddia eden kimse olmamıştır. Buna göre İslâmiyet’in yaşanmasına ve anlatılmasına sınırlama getirmeyen Necâşi’nin devletinin ilk İslâm Devleti olması gerekirdi; lakin hiçbir fakih bu çerçevede bir görüş belirtmemiştir. Buna göre bir ülkenin Dâru’l-İslâm addedilmesi için;
1. Orada galibiyet ve hâkimiyet Müslümanlarda olmalı.
2. İslâmî hükümler ve İslâm’ın temel prensipleri o ülkede yürürlükte olmalıdır.[10] Dâru’ l-İslâm olan bir ülkede daha sonra İslâmî olmayan bir sistem hâkim olmasına rağmen İslâmî hükümler belli oranda câri ise o ülke Dâru’l-İslâm bağlamında değerlendirilir.
II. DÂRU’L-KÜFR
Kafirlerin yaşadığı ve İslâmî hükümlerle yönetilmeyen ülke anlamına gelen Dâru’ l-Küfr; Dâru’ l-Harb ve Dâru’ l-Ahd olmak üzere ikiye ayrılır. Müslümanlarla savaş halinde olan kafirlerin yaşadığı ülkelere Dâru’ l-Harb, Müslümanlarla aralarında sulh olan kafirlerin yaşadığı ülkelere ise Dâru’ l-Ahd denir.[11]
- Dâru’l-Harb
İslâmî hükümlerle yönetilmeyen devlet sistemlerinin yürülükte olduğu ülkelere Dâru’ l-Harb denir. İmam Şâfii, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre tevhidi reddeden yönetim şeklinin hükümlerinin câri olduğu ve İslâm Şeriatı’na göre idare edilmeyen ülkeye Dâru’ l-Küfr denir.[12] Ebû Ya’ la’ya göre ise tevhidî bir nizama dayalı olmayan hükümleri tatbik eden iradenin elindeki ülkeye Dâru’ l-Küfr denir.Bir ülkenin Dâru’ l-Harb kapsamında değerlendirilmesi için Dâru’ l-İslâm’ la sıcak savaş içinde olması şart değildir. Müslüman bir devlet başkanının doğrudan idaresinde olmayan, İslâmî hükümlerle yönetilmeyen, Dâru’ l-İslâm’ la arasında sulh anlaşması olmayan ülke de Dâru’ l-Harb kapsamında değerlendirilir.[13] Dâru’ l-Harb’ le, Dâru’ l-İslâm arasında hiç bitmeyen mücadele ise akîde savaşıdır. Nitekim Allah (ﷻ) şöyle buyurmaktadır: “Güçleri yeterse sizi dininizden çevirinceye kadar durmadan sizinle savaşırlar.”[14] Ayetten de anlaşıldığı gibi kafirlerin İslâm’a karşı bitmeyen bir öfkeleri ve güçleri yettiğinde fiilen başvurdukları saldırıları vardır. Buna göre şu hususlar bir ülkenin Dâru’ l-Harb olmasında belirleyicidir:
1.İktidarın kafirlerin elinde olması.
2.Ülkede küfür sistemlerine ait kanunların uygulanması.
3. Müslümanlarla sıcak savaş içinde olması ya da savaş ihtimalinin yüksek olması.
4. Ülke tarihinde hiçbir şekilde yönetimin İslâmî idarede olmaması.
Bu husûsiyetleri cem eden ülkeye Dâru’ l-Harb denir. Bunlardan bir tanesinin olmaması durumunda o ülkenin hangi kriterler esas alınarak nasıl isimlendirileceği noktasında fakihler ihtilaf etmiştir.[15]
Ebû Hanife’ye göre bir ülkenin Dâru’ l-İslâm ya da Dâru’ l-Harb kabul edilmesinde belirleyici kriter; orada İslâmî ya da Gayr-i İslâmî kanunların geçerli olması değil, Müslümanlarla kafirlerin güvende ya da daimi bir endişede olma halleridir. Buna göre Müslümanların güvende, kafirlerin ise endişede olduğu üke Dâru’ l-İslâm, aksi ise Dâru’ l-Harb’tir.[16] Bazı çağdaş fakihlerin Ebû Hanife’nin “güven nazariyesi”nin mutlak olarak anlaşılması gerektiği, Müslümanlar gibi kafirleri de içine aldığı yönündeki görüşü problemlidir. Zira Müslümanların, hâkim sistemleri sayısal olarak tehdit eden bir noktada olmaması hasebiyle güvende olduğu öyle ülkeler var ki oralarda Gayr-i İslâmî kanunlar geçerlidir. Hâl bu iken hiçbir fakih bu çerçevedeki bir ülkenin Dâru’ l-İslâm kabul edilebileceği iddiasında bulunmamıştır.
Cumhura göre ise bir ülkenin Dâru’ l-İslâm ya da Dâru’ l-Harb addedilmesinde belirleyici kriter; eman ya da tedirginlik değil, İslâm ya da küfürdür. Buna göre Gayr-i İslâmî hükümlerin geçerli olduğu ülke Dâru’l-Küfr aksi ise Dâru’ l-İslâm’dır.[17]
- Dâru’l-Ahd
Müslümanlarla bir bedel karşılığında ya da bedelsiz olarak topraklarında yaşamaları ve zimmîlerde olduğu gibi kendilerine İslâmî hükümlerin tatbik edilmemesi çerçevesinde sulh akdi yapılan ülkeye Dâru’ l-Ahd denir. Müslümanlarla sulh içinde yaşayan Dâru’ l-Ahd sakinlerine, “Ehl-i Ahd”, “Ehl-i Sulh” ya da “Ehl-i Mütareke” adı verilir.[18] Bu çerçevedeki bir ülkenin statüsüyle alakalı her ne kadar fakihler farklı görüşler belirtmiş olsa da[19] yukarıdaki ifadelere göre Dâru’ l-Ahd, fıkhî hükümler itibariyle Dâru’ l-İslâm’dan kabul edilmez.
III. ÜLKENİN DÂRU’L-İSLÂM YA DA DÂRU ’L-HARB KİMLİĞİ DEĞİŞİR Mİ?
Fukaha, Dâru’l-İslâm ya da Dâru’ l-Harb kabul edilen bir ülkenin hangi şartlarda değişip değişmeyeceği noktasında farklı görüşler serdetmiştir. Buna göre kafirler, Dâru’ l-İslâm olan bir ülkeyi istila eder, yönetime el koyar, halk irtidat eder ya da zimmîler anlaşmaları bozar ve ülkelerinde yönetimi ele alırsa durum ne olur?
Dâru’ l-İslâm olan bir ülke ancak şu üç şartla Dâru’ l-Harb olur.:
1. Ülkede Gayr-i İslâmî bir hukuk sisteminin hakim olması ve hiçbir şekilde İslâmî hükümlerin orada geçerli olmaması.
2. Ülkenin Dâru’ l-Harb’e bitişik olması, arada İslâmî hükümlerle yönetilen bir devletin yer almaması.
3. Kafirlerin ülkeyi istila etmesinden önce Müslümanların İslâm, zimmîlerin de akitle elde ettikleri emanın sona ermesi ve orada güvende tek bir Müslümanın ve zimmînin kalmaması.[20] Bunların tahakkuku durumunda Dâru’ l-İslâm, Dâru’ l-Harb’e döner.
Hanefi Fakihlerden Ahmed el-İsbîcâbî ise şöyle demektedir: “Bir ülkede İslâmî olmayan kanunlar yürürlükte olmaz; Müslüman hâkimler vazifeye devam eder; Ezan, Cum’a ve Cemaat gibi İslâm’ın şiarı olan hususlar varlığını korur ise o ülke Dâru’ l-İslâm olma özelliğini muhafaza eder.”[21] Şâfiî fakihlerin büyük bir çoğunluğuna ve muasır alimlere göre Dâru’ l-İslâm, Dâru’ l-Küfr’e dönüşmez.[22] Ahkâm-ı İslâmiyye’nin geçerli olduğu bir ülkenin daha sonra Dâru’ l-Harb olarak isimlendirilmesi hükmen değil, sûreten olur. Bu görüşü benimseyenler Allah Rasûlü’nün (ﷺ) “İslâm yücedir. Hiçbir şey ondan yüce olamaz.”[23] hadisiyle istidlâl etmektedir. Buna göre Hindistan ve Doğu Türkistan gibiasırlarca İslâmî hükümlerle yönetilen ülkeler küffâr tarafından istila edilmiş, hükümetşekilleri değişmiş, Gayr-i İslâmî hükümlerle idare edilmiş olsalar da Dâru’ l-İslâm kabul edilirler. Bu kabulün gerçekleşmesi için İslâm’a delalet eden alâmetlerin tamamının ya da çoğunluğunun mevcut olması gerekir. Müslümanlara bu durumdaki ülkeleri istiladan kurtarmak, tekrar Dâru’ l-İslâm olması için mücadele etmek vaciptir.[24]
Müslümanların genel maslahatı açısından bakıldığında önceden Dâru’ l-İslâm olan ülkelerde hala Ezan gibi İslâm alâmetlerinin önemli bir bölümü varlığını koruyorsa Şâfiilerin bir bölümü, Malikilerden ed-Dusukî ve bazı çağdaş fakihlerin de belirttiği gibi bu tür ülkeleri İslâm diyarı kabul etmek daha isabetli olur. Zira bu bakış açısı; Müslümanları, o ülkeleri istiladan kurtarma noktasında şuurlandıracak, gayretlerini aynı noktada toplama noktasında teşvik edeci olacaktır.
IV. DÂRÛL-HARB VE DÂRU ’L -İSLÂM KAVRAMLARININ MEKANLA MÜNÂSEBETİ
Cumhura göre fikhî hükümler ülkeye ve ülkenin statüsüne göre değişmez. Ebû Hanife (150/767) ve İmam Muhammed’in (189/824) de içinde yer aldığı fakihlere göre ise Dâru’ l-Harb hükmündeki bir ülkede bazı hükümler değişebilir. Çünkü bir Müslüman erkek ya da kadın Dâru’ l-İslâm olarak kabul edilen bir ülkede İslâm’ın emirlerini rahatlıkla yerine getirebilirken Dâru’ l-Harb’te önüne farklı mâniler çıkabilir. Müslümanların Dâru’ l-Harb’te müesses bir yapıya sahipolmaması bu problemi daha da çetrefilli hale getirir ve nihayet bu dinin ferdi plana hapsedilmesine yol açar. Böyle bir durumda içtimaî bünyede pek çok mevzuya İslâm dışı cevaplar aramanın yolunu açar. Klasik fıkıh kitaplarına göre Dâru’ l-Harb kabul edilen ülkelerdeki faizli muameleler bu çerçevede öncelikli olarak değerlendirilmesi gereken hususlardandır. Yusuf el-Karadâvîve Tâhâ Câbir el-Alvânî gibi isimler ise Dâru’ l-Harb’te yaşayan Müslümanların fıkhî durumunun furû fıkhın alt başlığında değil, müstakil bir disiplin olarak “Azınlık Fıkhı” başlığı altında yeniden ele alınması gerektiğini savunmaktadır.[25] Dâru’ l-Harb’teki faizli muamelelere fıkıh kitaplarında uluslararası hukuk esaslarını ihtiva eden“Kitabu’s-Siyer, Kitabu’s-Sarf, Babu’r-Ribâ” gibi başlıklar altında çözüm üretilmiş, yakın dönemde ise hakkında müstakil eserler telif edilmiştir. Müslümanların günümüzde olduğu gibi önceki asırlarda “Daru’ l-Harb” kapsamında değerlendirilen ülkelerde yaşaması yoğunluklu olmadığından müçtehit imamların içtihatları ve onları takip eden âlimlerin eserlerinde mevzuu tafsilatlı olarak incelenmemiştir. Hemen her ülkeden farklı gayelerle Müslümanların Avrupa ya da Amerika’ya gitmesi ve bunun her yıl artması mevzuyu ayrıntılı bir şekilde araştırmayı gerekli kılmaktadır.
V. FAİZLİ MUÂMELELERİNÜLKE/DÂR KAVRAMIYLA MÜNÂSEBETİ VE MÜÇTEHİTLERİN GÖRÜŞLERİ
Biz de bu bağlamda Dâru’ l-Harb’te faizli muâmeleler noktasında müçtehit imamların içtihatlarını delilleriyle birlikte inceleyecek, günümüze yansımasına bakacak ve nihayet Kur’an-ıKerîm ve Sünnet-i Seniyye’deki faiz hassasiyetini esas alarak bir neticeye ulaşmaya çalışacağız.
Faiz muamelesi, Dâru’l-Harb esas alınarak oraya izinli ya da izinsiz giren Müslümanla harbî arasında veya Dâru’ l-Harb’e hâriçten gelen iki Müslüman arasında veya Dâru’ l-İslâm’dan gelen bir Müslamanla, Dâru’ l-İs lâ m’da ikâmet eden Müslüman arasında ya da Dâru’ l-Harb’teki bir harbî ile Dâru’ l-İslâm’daki bir Müslüman arasında olur. Buna göre faiz muamelesinde taraflar Dâru’ l-Harb’te ikâmet ettiği gibi oraya sonradan gelen ya da biri Dâru’ l-Harb’te diğeri ise Dâru’ l-İslâm’da olabilir.Dâru’ l-Harb’e pasaportla giren bir Müslümanın Harbî olan biriyle faizli akit yapması İbrahim en-Nehâî, Ebû Hanife, Süf yan es-Sevrî, İmamMuhammed ve Hanbelilerin bir kısmına göre caizdir. Müslüman esirin, hür olan bir harbî ile ya da Dâru’ l-İslâm’a hicret etmeyen bir Müslümanla Dâru’ l-Harb’te faizli işlem yapması yasak değildir.[26] Cumhura göre Dâru’ l-İslâm’da haram olan Dâru’ l-Harp’te de haramdır. Bunun iki Müslüman ya da biri Müslüman diğeri kafir arasında olmasında ya da Müslümanın Dâru’ l-Harb’e pasaportla ya da pasaportsuzgirmesi arasında bir fark yoktur. İmam Malik, İmam Şâfiî, Ahmed b Hanbel, Evzaî, Ebû Yusuf ve diğer müctehitler bu görüştedir.[27]
Ebû Hanife’ye göre bir Müslümanın h arbînin malını ihanet etmeksizin alması helaldir. Çünkü harbînin malının bir değeri yoktur. İtlaf edilmesi de mübahtır. Faizli akitte taraflarmuâmeleleri rıza üzerine yaptığından ortada bir ihanet durumu da söz konusu değildir. Faiz, malı itlaf etmek gibidir. İmam Muhammed’e göre Dâru’l-Harb’e pasaportla giren bir Müslümanın gönül rızasıyla olması durumunda harbînin malını almada bir beis görmez. Çünkümübah olan bir şeyi ihanet olmaksızın almak gönül hoşnutluğuna delalet eder.28[28]
- Dâru’l-Harb’te Faizin Cevâzına Hükmedenler ve Delilleri
Dâru’ l-Harb’te Müslümanla harbî arasındaki faizli işlemlerin caiz olduğu n u söyleyen Ebû Hanife ve İmam Muhammed cevaz hükümlerini, Dâru’ l-Harb ehlinin mallarının Hukukî süreç doğru izlenmesi durumunda mübah k a b u l edileceği görüşüyle istidlal etmektedir.[29] Bu görüşü benimseyen âlimler aşağıdaki delillerle istidlal etmektedir:
1. “Dâru’ l-Harb’te Müslüman ile Gayr-i Müslim arasında faiz yoktur.”rivayeti.
2. Dâru’ l-Harb’te faizli muâmelelerin caiz olduğunu söyleyen fakihler Hz. Abbas’ın () faizinin kaldırılması meselesiyle de istidlal etmektedir. Nitekim Allah Rasûlü (ﷺ) Mekke’nin fethinde ya da Veda Haccı’nda amcası Abbas’ın faiziyle alakalı “Cahiliyye’den kalma her türlü faiz kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz de (amcam) Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir.”[30]buyurmuştur. Hz. Abbas (), Müslüman olduktan sonra tekrar Mekke’yedöndü. O tarihte Medine Dâru’ l-İslâm, Mekke de “Dâru’ l-Harp”ti. Hz. Abbas () da faizin haram kılınmasından[31] Mekke’nin fethine kadar olan süreçte faizli muamelelere devam etti. Fetihle birlikte Mekke Dâru’ l-İslâm olunca orada akdedilen faizli muâmeleler yasaklandı. Fetihten önce Mekke’de faizinyasaklanmaması Dâru’ l-Harb’te faizin caiz olduğuna delalet eder.
3. Bizans ile İran arasında gerçekleşen savaşta ehl-i kitap olan Bizans’ın yenildiği haberi Mekke’ye ulaşınca Allah Rasûlü (ﷺ) ve sahâbe () üzülmüştü. Müşrikler ise kendileri gibi putperest olan İranlıların galibiyetine fevkalade sevinmiş ve sahâbeye şöyle demişti; “Siz de ehl-i kitapsınız, Hristiyanlar da. Biz ise kitaba inanmayan ümmîleriz. B i z i m gibi kitapsız olan İranlı kardeşlerimiz ehl-i kitap olan kardeşlerinize galip geldi. Eğer sizler bizlerle savaşırsanız mutlaka size galip geliriz.” Bunun üzerine Allah Tealâ “Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradı; fakat onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah’ın dediği olur. O gün Mü’minler Allah’ın yardımı sebebiyle sevinecekler.”[32] mealindeki Rûm Sûresi’nin ilk ayetlerini indirdi. Hz. Ebûbekir () Mekkeli kafirlere gidip onlarla bahse girdi. Hz.Ebûbekir (), bu âyetleri Allah Rasûlü’nden (ﷺ) dinleyince onları, Mekke’nin bir köşesinde yüksek sesle okudu. Sonra da sevinen müşriklere, “Kardeşlerinizin, kardeşlerimize galip olmasına sevindiniz mi? Boşa sevinmeyin! Allah (ﷻ) size göz aydınlığı vermesin. Yemin olsun ki, Bizanslılar İran’a galip gelecek. Bunu bize Allah Rasûlü (ﷺ) haber verdi.” Deyince Ümeyye bin Halef ayağa kalkıp “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı. “Haydi aramızda on deve benden, on deve senden olacak şekilde bahse girelim. Eğer üç yıla kadar Bizans galip gelirse sen, İran galip gelirse de ben öderim.” dedi. Sonra Hz.Ebûbekir (), Allah Rasûlü’ne (ﷺ) gelip durumu haber verince Efendimiz (ﷺ) şöyle buyurdu: “Ben böyle söylemedim. ‘Ayette geçen “bıd’” kelimesi üç ila dokuz yıl arasına tekâbül eder. Oynamış olduğun bu bahiste develeri artır, müddeti de uzat!” Hz.Ebûbekir () Allah Rasûlü’nün (ﷺ) huzurundan ayrılınca Übeyy’ le karşılaşı. Ona, “Belki de pişman oldun.” deyince Hz.Ebûbekir () “Hayır” dedi. Bilakis “Develeri artırıyor, müddeti de uzatıyorum.” diyerek mukâbelede bulundu. “Dokuz yıla kadar uzat ve bahsi yüz deveye karşılık yüz deve yap.” dedi. O da tamam diye mukâbelede bulundu.[33]
Bizans’ın mağlubiyeti üzerinden dokuz yıl geçtikten sonra toparlanan Rumlar, umulmadık bir anda İranlıları bozguna uğrattı. Bu defa Müslümanlar sevindi, müşrikler üzüldü. Bu hâdise olduğunda Übeyy ölmüş olduğundan Hz.Ebûbekir () yüz deveyi Übeyy bin Halef ’in kefilinden ve mirasçılarından alıp Allah Rasûlü’ne (ﷺ) getirdi. Allah Rasûlü de (ﷺ) ‘Onları sadaka olarak dağıt.’ buyurdu.
Ebû Hanife, Hz.Ebûbekir’in () Übeyy b. Halef ile bahse girmesi ve Allah Rasûlü’nün (ﷺ) de bunu onaylamasını esas alarak bir Müslümanın harbî ile faizli akitler yapmasının cevazına hükmetmiştir.[34] Bu durum hangi yolla olursa olsun harbîlerin malını rıza göstermeleri şartıyla alıp yemenin cevazına delalet eder.[35] Ebû Hanife’ye göre bahiste kazanan tarafın Müslüman olması ve karşı tarafın da rıza göstermesi, haramlığı ortadan kadırdığı gibi Dâru’ l-harb’teki faiz işlemlerinde kazanan tarafının Müslüman olması faizin haramiyetini düşürür.
- Dâru’l-Harb’te Faizin Haram Olduğuna Hükmedenler ve Delilleri
Faizin Müslüman gibi harbîye de haram olduğunu, bunun da kişinin yaşadığı ülkenin Dâru’ l-İslâm ya da Dâru’ l-Harb olmasına göre değişiklik arzetmeyeceğini söyleyen İmam Malik, İmam Şâfii, İmam Ahmed bin Hanbel ve hanefilerden Ebû Yusuf ‘un[36] da içinde yer aldığı cumhurun istidlal ettiği delillerin bir kısmı şu şekildedir:
1. Faizle alakalı nasslarda zamana ya da mekana bağlı olarak bir sınırlandırmaya gidilmeden, insanların yaşadıkları ülkelerin yönetim biçimlerine bakılmadan umûmî manada faizin haram olduğu beyan edilmiştir. Nitekim ticaretin helal, faizin de haram olduğunu bildiren ayet-i kerimede[37] alışveriş gibi “riba” kelimesi de “el” edatıyla zikredilerek faizin her çeşidiyle haram kılındığına işaret edilmiştir. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden/ribadan kalanı bırakın.” mealindeki ayette geçen “er-Riba” da umûmiyet ifade etmektedir. Buna göre zaman ve mekan farkı gözetmeden faizin her çeşidi haramdır. “Helâk edici yedi şeyden kaçınınız!” buyuran Allah Rasûlü (ﷺ) de yedi şey içerisinde “riba/faiz yemeyi”yi umûmiyet ihtiva eden bir şekilde zikretmiştir.[38]
2. Bir karine olmaması durumunda emirler gibi yasaklar da herkes için bağlayıcıdır. Faiz yasağının herhangi bir karineyle tahdîd edilmemesi, her durumda herkesi içine aldığını gösterir. Buna göre faiz ve diğer haramlar -aksi bir delil olmaması durumunda- Dâru’ l-İslâm’da olduğu gibi Dâru’ l-Harb’te de haramdır.[39] Bu haramiyet hükmüne Müslüman gibi müslüman olmayan da muhataptır.[40] Nitekim Kur’an-ı Kerîm, müslüman olmayan Yahudilere de faizin haram kılındığını ifade etmekte ve “Kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almalarının.”[41] haram olduğunu haber vermektedir.
3. Dâru’ l-İslâm’a giren pasaportlu bir harbî ile herhangi bir şekilde faizli işlem yapılamayacağı noktasında ulema icma etmiştir. Buna kıyas ederek Müslümanın da Dâru’ l-Harb’e girdiğinde orada harbîlerle faizli işlem yapmasının haram olduğu söylenir.[42] Bu noktada İmam Şâfii şöyle demektedir: “Dâru’ l-Harb, Müslümandan herhangi bir farz hükmü düşürmez. Tıpkı oruçla, namazı düşürmediği gibi.”[43] Faizli muâmelelerden uzak durmak da İslâm’ın belirlediği farzlardan biridir. Dolayısıyla Dâru’ l-İslâm’da haram olan Dâru’ l-Küfr’de de haramdır. Dâru’ l-Harb’in şer’i hükümleri nesh eden bir hüviyeti yoktur.[44]
Yukarıdaki deliller umûm ifade eden bir muhteva ile mekan ve zaman ayrımı yapmadan, ülkelerin sistemsel farklılıklarına işaret etmeden faizi haram kılmaktadır.
- Delillerin Tahlili
1. Dâru’ l-Harb’te faiz işlemlerinin caiz olduğunu söyleyen fukahanın istidlal ettiği, “Dârü’ l-Harb’te Müslüman ile gayrimüslim arasında faiz yoktur.” rivayetini Tabiûn’dan Mekhûl mürselolarak rivayet etmektedir. Ebû Yusuf ’un naklettiğine göre Ebû Hanife bu konuda “Meşâyıhtan biri bize Mekhûl’den rivayet etti.” diyerek kendisiyle Mekhûl arasındaki ravinin kim olduğunu zikretmeyerek onu “meçhul” bırakmaktadır. Bu durumda hadisle istidlal etmek caiz olmaz. Ayrıca böyle bir rivayetle Kur’an-ı Kerîm’de haram olduğu sarih bir şekilde beyan edilen, hakkında birbirini teyit eden hadisler olan ve haram oluşunda icma edilen faiz meselesini meşhur ve muteber hadis mecmualarında yer almayan “meçhul” bir rivayeti esas alarak terk ya da tahsis doğru değildir. İmam Nevevî, sahih kabul edilmesi durumunda delilleri cem ederek rivayeti şöyle tevil ederiz der: “Dâru’ l-Harb’te de Müslümanla harbî arasında faizli muâmeleler mübah olmaz.”[45] Zeylaî gibi bazı Hanefî fakihler de Mekhûl hadisinin zayıf olduğuna işaret etmektedir.[46] Hadisin meşhur hadis mecmualarında olmaması, delillerin cem edilmesiyle mananın “Faizin mübah olmaması” şeklinde anlaşılmaya müsait olması, Dârûl-Harb’te faizin cevazına hükmedenlerin faizi alan tarafın Müslüman olması kaydını düşmesi de göstermektedir ki Mekhûl hadisi faizin helalliği noktasında istidlale uygun değildir. Ayrıca hadiste faizi kimin alacağıyla alakalı bir kayıt yoktur.
2. Dâru’ l-Harb ehlinin mallarının, hukuka uygun olması ve rızanın gerçekleşmesi durumunda Müslümana mübah olduğu kabulü üzerine ibtina eden Ebû Hanife ve İmam Muhammed’in bir Müslümanın Dâru’ l-Harb’e girmesi durumunda kafir ile faizli bir işlemde bulunmasının caiz olduğunu belirten içtihadı şu iki şarttan birinin varlığına bağlıdır: Dâru’ l-İslâm’dan olan Müslüman, Dâru’ l-Harb’e emanla (vize) girecek ya da Dâru’ l-Harb’te ihtida edip Müslüman olacak, Dâru’ l-İslâm’a hicret etmeyecek.[47]
Bir kısım Hanefi uleması akdin cevâzı ve malın helal olması hususunu birbirinden ayırarak tarafeynin kavlini te’vil etmiştir. Buna göre bir Müslüman Dâru’ l-Harb’te bulunsa dahi faizli bir akit yapamaz, yapması durumunda günahkar olur. Ancak böyle bir akitten hasıl olan mal (para) helal olur. Çünkü harbî olan bir kafirin malı herhangi bir şekilde hukuk ihlali olmadan rıza yoluyla elde edilmiştir. Bu mesele akitlerde ve fesihlerde yalancı şahitle mal elde etmeye benzer. Bu işlemi yapan şahıs büyük günah işlemiş ancak mala hâkimin hükmüyle mâlik olmuştur. Muhammed Kasım en-Nanotevî’ye ait olan bu tevili son devir Hanefi âlimlerden Eşref Ali Tahânevi güzel bulmuştur. Eşref Ali Tahânevî, delillerin daha kuvvetli olması bakımından cumhurun mezhebini tercih ettiğini belirtmiş, çağımızda bu görüşün fetvaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Günümüz Hanefi uleması da bu konuda cumhurun mezhebini tercih etmiştir.[48]
2. Hz. Abbas’ın faizinin kaldırılmasıyla alakalı rivayet de Dâru’ l-Harb’te faizli muâmelelerin caiz olduğuna delil olmaz. Zira kaynaklarda Allah Rasûlü’nün (ﷺ) kaldırdığı faizin Hz. Abbas’ın () İslâmiyet’ten sonraki hayatında -Fetih’ten önce- Mekke, Dâru’ l-Harb iken yaptığı akitlerden mütevellit olduğunu gösteren bir rivayet yoktur. Böyle olması kabul edilse dahi rivayet şöyle anlamaya daha müsait olur: Hz. Abbas () Mekke’de faiz yasağından haberdar olmadığından dolayı fethe kadar ribevî muamelelere devam etmiştir. Buna göre Mekke’nin fethiyle kaldırılan faiz onun İslâm’dan önceki yıllara ait akitlerinden mütevellit ribadır, denir.[49]
3. Cumhura göre Hz.Ebûbekir’ le, Übeyy b. Halef arasındaki mübaheseyi Allah Rasûlü’nün onaylaması hâdisesi, hiçbir kayıt düşmeden mutlak olarak kumarı nehyeden nasla nesh edilmiştir.[50] Nitekim İbn Cerîr de bu hadisenin kumarın yasaklanmasından önce olduğunu nakletmektedir.[51] Zira mübahese Mekke’de olmuş, kumarı yasaklayan ayet[52] ise Medine de inmiştir. Hz. Aişe (); “Maide en son inen suredir. Onda helal olarak neyi bulursanız onu helal kabul edin. Neyi de haram olarak bulursanız onu da haram olarak kabul edin.” diyerek[53] sonra nâzil olan olan ahkâm ayetlerinin öncekileri nesh edebileceğine işaret etmektedir.
Müslüman için haram olan bir şey sistemsel farklılardan ya da mekansal ayrılıklardan dolayı haramken helale, helalken de harama dönüşmez. Bu yüzden Ebû Yusuf ’un da içinde yer aldığı cumhurun görüşü fıkhî esaslara daha uygundur. Ganimet yoluyla harbînin malını mübah kılmayı helal addetmek, onu harama götüren akitlerle almaktan farklıdır. Bu noktada İslâm’ın umûmi öğretileri esas alınırsa insanların İslâm’ la tanışması, onu doğru bir şekilde idrak etmesi, mukâyese yoluyla maslahatının onda olduğu keşfetmesi daha mümkün olur.
SONUÇ
Faizi yasaklayan nasslarda herhangi bir kayıt olmaması, Allah Rasûlü’nün (ﷺ) uygulamada istisnaya gitmemesi, mekansal ve sistemsel farklılıklar dikkate alınarak içtihadın çeşitlenmemesi göstermektedir ki, faizli muameleler Dâru’ l-İslâm’da nasıl haramsa, Dâru’ l-Harb’te de haramdır. Faizin azı da çoğu da Müslümanlar arasında olması da Müslüman ile harbî arasında cereyan etmesi de aynıdır. Bu noktada Müslümanın faiz alan ya da veren tarafta olması haramlık hükmünü değiştirmez. Allah (ﷻ) hiçbir kayıt düşmeden faizle iştigal edenleri Allah ve Rasûlü’yle savaşanlar olarak nitelemektedir. Bu noktada ruhsatlar tesbit etmek, faize yeni meşruiyet alanları açacağı gibi, insanların daha uzun süre sömürülmesine katkıda bulunacak, faizsiz bir iktisadi düzenin tesisini geçirtirecektir.
Ebû Hanife’nin içtihadını esas alarak Gayr-i İslâmî kanunlarla idare edilen Hindistan’da faizin cevazına hükmeden Eşref Ali Tahânevî, kazanan tarafının Müslüman değil, küresel sermaye olduğunu fark edince önceki içtihadından dönmüş, cumhur gibi her durumda faizin haram olduğunu söylemiştir. Aslın bu görüş, Müslümanın kazanmasını şart koşan Ebû Hanife hazretlerinin görüşüne de maksat itibariyle muvafıktır.
[1] “Azınlık (Ekalliyât)” kelimesi uluslararası terminolojide kullanılan siyasî bir kavramdır. Herhangi bir devletin vatandaşı olup o devletin hâkim çoğunluğundan farklı din, dil veya ırk özelliklerine sahip bir grubu veya topluluğu ifade eder. Tâhâ Câbir el-Alvânî, Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar), Çev. H. Meh-met Günay, Usûl, I, 1 (2004), 137. Muhalled ki-taplarda yer alamayan günümüzde ise Fıkhın alt bir disiplini olarak kullanılan “Fıkhu’l-ekalliyât” Tâhâ Câbir’e göre fürû’ fıkıh anlamında “Fıkıh” ilminin kapsamında değerlendirmek mümkün değildir. Bunun yerine bu ilmi, itikat ve amel olarak dinin bütün yönlerini kuşatan ve Hz. Pey-gamber’in (ﷺ) “Allah (ﷻ) kim için hayır isterse onu dinde fakih kılar.” (Buharî, İlim, H. No. 69; Müslim, Zekât, H. No: 1719) ifadesiyle kastetti-ği genel anlamda “Fıkıh”, ya da İmam Ebû Hani-fe’nin isimlendirdiği şekliyle “el-Fıkhu’l-Ekber” terkibi çer çevesinde mütalaa etmek daha doğ-rudur. Bu yüzden Taha Cebir, fer’î olanı küllî çer çeve içine koymak ve hukukî ve fıkhî boşluğu aş mak için bu ilmin “Fıkh-ı Ekber”le irtibatlan-dırılmasının zorunlu olduğunu düşünür. “Azınlık fıkhı” şer’î hükmün, cemaatin koşulları ve yaşa-dı ğı mekan ile irtibatını göz önünde bulunduran özel bir fıkıh türüdür. Bu fıkıh, özel koşulları olan ve başkaları için uygun olmayan hükmün kendi-si için uygun olacağı sınırlı bir cemaatin fıkhıdır. Dolayısıyla bu ilmi ele alacak kişinin bazı sosyal ilimlerde genel mâlumât, sosyoloji, iktisat, siya-sal bilimler ve uluslararası ilişkiler gibi alanlarda da özel birikim sahibi olması gerekir.(bkz. Taha Cabir, a.g.m. 139). Muasır fakihlerin önemli bir bölümü bu şekildeki, bir bakış açısının mevzula-rı İslâm’ın sâbitelerinden koparacağı ve her şeyi helale dönüştüreceği kabulünden hareketle karşı çıkmaktadır.
[2] Mansur b. Yunus el-Buhûti, Keşşâfu’l-Kına, Mektebetü’n-Nasr, Riyad,III, 259; Alauddin el-Kâsânî, el-Bedaîu’s-Senâi’, V, 192; İbn Abidîn, Reddu’l-Muhtar, Dâru’t-Tıbâati’l-Mıs-riyye 1272, IV, 188; Osman ez-Zelaî, Te b y i-nu’l-Hakâik, Dâru’l-Ma’rife, Beyrûti, IV, 97.
[3] Halid Abdülkadir, Fıkhu’l-Ekalliy-yâtı’l-Müslime, Dâru’l-İman, Trablus, 1998, 531.
[4] Şemsuddîn Serahsî, el-Mebsût, Dâ-ru’l-Ma’rife, Beyrut, X, 81
[5] Serahsî’nin Müslümanların emanda oldu-ğu ülkeyi Dâru’l-İslâm diye tarif etmesinin zımnında orada Ahkâm-ı İslâmiyye’nin tatbikivardır:Serahsî, el- Mebsût, X, 81
[6] Serahsî, a.g.e. X, 23
[7] İbnu’l-Kayyım el-Cevziyye, Ahkâm-u Eh-li’z-Zemme, Dâru’l-İlim, Beyrûti, 1999 I, 366
[8] Muhammed b. Muhammed eş-Şevkanî, Neylü’l-Evtâr, Dâru’l-Kütübu’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VIII, 26.
[9] Şevkânî, Neylu’l-Evtar, VIII, 8
[10] Halid Abdulkadir, a.g.e. 53
[11] Halid Abdulkadir, a.g.e. 53-59
[12] Serahsî, el-Mebsût, X, 144; Kasânî, a.g.e., VII, 130-131; Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’an,Dâru’ş-Şurûk, II, 874.
[13] Halid Abdulkadir, a.g.e. 54.
[14] Bakara, 217.
[15] Halid Abdulkadir, a.g.e. 55.
[16] Kâs ânî, a.g.e., VII, 130
[17] Halid Abdulkadir, a.g.e. 56.
[18] İbn Kayyım, Ahkâm-u Ehli’z-Zimme, II, 476; Mevâhibu’l-Celîl, II, 337.
[19] Ahmed Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavra-mı, İstanbul 1984, 134 vd.
[20] Kasânî, a.g.e., VII, 130; Komisyon, el-Fetavâ el-Hindiyye, II, 232
[21] Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu’z-Zimiyyîn ve’l-Müste’menîn fî Dâri’l-İslâm, Müessese-tü’r-Risâle, Beyrut, 1976, 21; Reddu’l-Muhtar, IV, 308.
[22] Ahmed b. Hacer el-Heysemî, Tuhfetu’l-Muh-tac, Bombay, ty, IV, 230; Muhammed er-Remlî-Nihayetu’l-Muhtac, VIII, 78
[23] Buhârî, Cenâiz 79; ed-Dârakutnî, es-SünenIII, 525
[24] Bkz. Halid el-Cemîlî, Ahkâmu’l-Ahlâf ve’l-Muahedât fi’ş-Şeriati’l-İslâmiyye, Dâru’ l-Hür-riye, Bağdat, 1987,24; Halid Abdulkadir, a.g.e., 59.
[25] Bkz. el-Alvanî, a.g.e. 139.
[26] Halid Abdulkadir, a.g.e 533.
[27] Zeynüddin b İbrahim İbn Nüceym, el-Bah-ru’r-R aik, Şerh-u Kenzi’d-Dekâik, Dâru’l-Ku-tubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, VI, 147; Yahya b. Şeref en-Nevevî, Şerhu’l-Mühezzeb, el-Mekte-betu’s-Selefiyye, Medine, ty., IX, 390; en-Ne-vevî, Ravdâtu’t-Talibîn ve Umdetu’l-Muttekîn, el-Mektebetu’l-İslamiyye, ty., III, 395.
[28] Serahsî, el-Mebsût, X, 95; Şerh-u Siyer-i Kebir, III, 188; Kasânî, Bedâiu’s-Sanaî, V, 192; Ebu’l-Abbas Karafî, el-Furûk, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., III, 207.
[29] Muhammed Takî el-Osmanî, Fıkhu’l-Buyu’, Karaçi, 2015, 770.
[30] Müslim, Hacc, 147; Ebû Davud, Büyu, 5, Menasik, 56.
[31] Dâru’l-Harb’te faizin caiz olduğunu söyleyen müçtehitler faizin Medine’de haram kılınma-sına rağmen Mekke’de faizli işlemlere devam edildiğini savunmaktadır. Faizle alakalı ayetlere bir bütün olarak bakıldığında içkide olduğu gibi faizin haram kılınmasında da tedrici bir yol iz-lendiği görülmektedir. Bu tedriciliği ayetlerin nüzûl sırasına göre şu şekilde tesbit edebiliriz Birinci Aşama:“İnsanların malları içinde artsın diye faizli ödünç verdikleriniz Allah katında art-maz. Allah’ın hoşnutluğunu isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte (sevaplarını ve malları-nı) kat kat arttıranlar onu verenlerdir.”(Rûm, 39) “Mallarında artış olsun diye verdiğiniz her-hangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” (Rûm,39)İkinci aşama; Medine’de nâzil olan şu ayet-i kerimede yasaklanan faizle iştigal etmelerinden do-layı Allah’ın gazabına uğrayan Yahudiler üzerinden faizli muâmelelerde bulunanların Allah’ın gazabını hak ettikleri anlatılmaktadır: “Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolun-dan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yeme-lerinden ötürü kendilerine helal kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık.”(Nisâ,161) Ayette Mü’minlere yönelik kesin bir haram kılma olmamakla birlikte, ima yoluyla haramlığa işaret vardır.Üçüncü Aşama: Faiz sarih bir şekilde haram kılınmakla birlikte içkiyi, namaz vakitleri dışın-da yasaklayan Nisa 43 gibi sınırlı bir tahrim vardır. Buna göre ilk borç vaktinde ödenmediğin-de yeni faizler eklenmesiyle ana parayı katlayarak artıran faiz yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin, Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.”(Al-i İmrân,130)Dördüncü Aşama: Faizin her çeşidinin kat’i bir şekilde yasaklandığı Mekke’nin fethi ya da veda haccı esnasında nâzil olduğu noktasında farklı rivâyetler bulunan Bakara Sûresi’nin 275-279. âyet-leridir. Buna göre vazgeçmeyenler Allah ve Rasûlü’ne savaş ilan eden güruh olarak nitelenmiştir.Allah Rasûlü (ﷺ) bundan 81 gün sonra vefat etti. İbn Abbas’ın (ra) “Allah Rasûlü’ne (ﷺ) indirilen ayet-lerin en sonuncusu faiz âyeti idi”(Buharî, Buyû’ 25; İbn Kesir, I, 328) şeklindeki ifadesi, Hz. Ömer’in (ra) “En son nazil olan âyetlerden birisi faiz âyetidir. Allah Rasûlü (ﷺ) onu bize açıklamadan vefat etti. O halde faiz ve faiz şüphesi taşıyan şeyleri terkedin.”(İbn Kesîr, a.g.e, I328) diyerek İbn Abbas’ın (ra) ifa-desini teyit etmesi faizle ilgili nihai hükmü bildiren âyetin veda haccı esnasında nâzil olduğunu göster-mektedir. Bundan anlaşılıyor ki faiz âyetlerinin ilk tatbikatı bu hutbede ilan edilmiş ve ayetin hükmü gereğince o ana kadar alınan faizler tenfiz edilmiş; fakat alınmamış faizler de iptal edilmiştir.”(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II/973 vd. 4). Bu durum göstermektedir ki, Hz. Abbas’ın kaldırı-lan faizi Dâru’l-Harb olan Mekke’de tahakkuk eden faizi değildir. Zira nihai hükmün veda hutbesinde bildirildiği esas alındığında Mekke’nin uzun zaman önce fetihle Daru’l-İslâm olduğu anlaşılmaktadır.
[32] Rûm, 2-4.
[33] Bkz Tasarrufla alınmıştır. İbn Cerîr et-Taberî, Camiu’l-Beyan fî Tevili’l-Kur’an, Dâru’l-Kutubi’l-İl-miyye, Beyrut, 2005, 164.
[34] Muhammed Tahir İbn Aşûr, et-Tahrîr-u ve’t-Tenvîr, Dâr-u Sahnûn, Tunus, ty., XX, 45.
[35] Serahsî, el-Mebsût, X, 28; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, vı, 147; İbnu’l-Humam, Fethu’l-Kadîr, VI, 178; İbn Abdîn,Reddü’l-Muhtâr, IV, 188.
[36] Takî Osmanî, a.g.e. 770.
[37] Bakara, 275.
[38] Buharî, Vesâya 23; Müslim, İmân 145.
[39] Halid Abdulkadir, a.g.e. 532
[40] Kasânî, Bedai’, VII, 130-034; İbn Abidîn, Haşiye, III, 350.
[41] Nisa, 161
[42] Halid Abdulkadir, a.g.e, 532.
[43] Muhammed b İdris eş-Şafi, el-Ümm, Dâru’l-Marife, Beyrut, t.y., IV, 248.
[44] Şevkânî, es-Seylü’l-Cerrâr, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1405, IV, 552.
[45] Nevevî, el-Mevmû’, IX, 391.
[46] Abdullah ez-Zeylaî, Nasbu’r-Raye, Dâru’l-Hadis, Kahire, ty., IX, 44.
[47] Takî Osmanî, a.g.e. II, 770.
[48] Bkz. Takî Osmanî, a.g.e. II, 771.
[49] Bkz. Nevevî, el-Mecmu’, X, 439.
[50] İbn Aşûr, a.g.e., XX, 46.
[51] İbn Cerîr, a.g..e, X, 165.
[52] Mâide, 90.
[53] Abdurrahman es-Suyutî, ed-Durru’l-Mensûr fi’t-Tefsiri bi’l-Me’sür, el-Mektebetu’l-İslamiyye, Beyrut, ty, II, 252.
(Hüküm Dergisi 81. Sayı / Eylül 2019)