Bizde aydın, her duruma uyum sağlayabilen çok değişkenli insan demektir. Zuhur ettiği günden beri de “şakile”si değişmemiştir. O kadar ki mal sahibinin kim olduğuna bakmadan “atiyye” mukabilinde her nevi yazı siparişi alabilir, ihale takip edebilir. Cerh ve tadil uzmanlık alanıdır. Her çeşit darbe ortamında ilgilileri memnun edecek yazılar telif etme istidadına sahiptir. Askere mücamelede bulunmada ise “la misle lehu’dur./Eşi benzeri yoktur.”
Aydın, askerin iktidar yıllarında “mutlak demokrat”, hukukun müessir olduğu süreçte ise “mağdur demokrat” rolünde oynar.
“Bunlar ülkenin intelijansıyasıdır. Bu şekilde bir cerh insafsızlık olur” şeklindeki itirazlara gelince, evet kudema, “el-insaf hayru’l-evsâf/insaf, insandaki vasıfların en hayırlısıdır.” buyurur. Münsif olmak erdemdir. Fakat kavramların arkasına sığınıp birileri için “merhamet dilenciliği” yapmak mağduriyetlerin devamına yol açacak ya da mağdurların iade-i itibarına engel olacaksa bu da zulümdür.
28 Şubat sürecinin “mutlak demokratları” her sokakta, her okulda irticaî yapılanma var diyerek “sun’i gündem” oluşturmuş, “küfür yobazlarını” mazlum millet üzerine sevketmişlerdi. İslam karşıtı olmak, “mutlak demokratların” kutsal ödeviydi. Mekke müşriklerinin zaviyesinden bakıp dalâlette gördükleri (Mutaffifîn: 32) Müslümanları bu yayınlarla dünyaya uyumlu hale getireceklerdi. Bu yüzden her nev’i tarassutu meşru addediyorlardı. Olmamış olayları, gerçek hayattan kesitler ya da Müslümanların genel temayülü gibi veriyorlardı. Ali Kalkancı gibi şahsiyetleri Müslümanların temsilcisi olarak ilan edip, onlar üzerinden yeni neslin İslam’dan nefret etmesini arzuluyorlardı. Mahmud Efendi gibi Büyük Mürşidlerin hayatlarında cerh edilecek bir nokta bulamayınca “müteşeyyıh/yapma şeyh”ler üzerinden tasavvufu ekrana taşımış ve “en müstakim hayatları”, “en sapıkların yaşamlarıyla” tanıtmışlardı.
Ahiretteki hesaba inanmayanlar bir gün göklerin yeryüzüne müdahil olacağını, 28 Şubat sürecinin sona ereceğini, kendilerine, çiğnenen haklardan sorulacağını düşünemediler. Bunun için medyanın önemli bir bölümü mağduru mütecaviz, zalimi hakpeHacı Aydın Doğan’ın Hattı Müdafaası u Ahmet BUHARALI Olmamış olayları, gerçek hayattan kesitler ya da Müslümanların genel temayülü gibi veriyorlardı. Ali Kalkancı gibi şahsiyetleri Müslümanların temsilcisi olarak ilan edip, onlar üzerinden yeni neslin İslam’dan nefret etmesini arzuluyorlardı. Mahmud Efendi gibi Büyük Mürşidlerin hayatlarında cerh edilecek bir nokta bulamayınca “müteşeyyıh/ yapma şeyh”ler üzerinden tasavvufu ekrana taşımış ve “en müstakim hayatları”, “en sapıkların yaşamlarıyla” tanıtmışlardı. abuharali@hukumdergisi.com www.hukumdergisi.com OCAK 2013 24 rest rolünde haber yapmaktan imtina etmedi.
Evet 15 yıl öncesinin ‘mutlak demokratları’ şimdi “mağdur demokratlar” rolünde “günah çıkarmak”la meşgul… Aydınlar taifesi koro halinde aldatıldığını söylüyor. Milletin hafızası ya da arşivler olmasa, “TBMM Araştırma Komisyonu”nda ki açıklamalardan hareketle hepsi “masum” diyeceksiniz. Ne var ki bu geceye gündüz demek kadar muhal bir durum. 28 Şubat süreci ve sonrasında yapılan haber-yorumlara bakıldığında her birini, “aslanın bacakları arasına girip ezeli ve ebedi hasmı olan kediye meydan okuyan fare” konumunda görürsünüz. Arslan/asker kışlasına çekilince fare ortada kaldı. Çaresiz “cemaziyelevvel” kavgasına tutuştular. Ekranlarda, gazete sütunlarında “irticanın başı ezilmeli” diyenler, askeri “göreve” çağıranlar, Merhum Erbakan’a hakarette sınır tanımayanlar şimdi günahlarını patronlara ya da askere hamletme yarışında.
Paşaların Silivri macerasının oyun olmadığını gören Aydın Doğan da eski silah arkadaşlarını ortada bırakıp “hattı müdafaaya” geçmiş. Sanki ardından gelenlere “Dava (!) bitti. Şimdi zor zaman, dolayısıyla en selametli yol “nefis tezkiyesi” diyor. Zahiri gibi batınının da temiz olduğuna kamuoyunu inandırabilmek için bu yıl hacca da gitti.
Cuntacılar Silivri’ye gidince “aydınların” duruşları gibi devlet-millet nazariyeleri de değişti. O kadar ki yazılarında müstear isim kullansalar, “bu yorumlar onlara aittir.” diyemezsiniz.
“Aydınların” irtica başlığı altında yürüttükleri savaşta komuta merkezinde olan patronlarıyla da araları açıldı. Eski dostların 28 Şubat mülahazaları cehennem ehlinin hesap anındaki muhaveresine benziyor. Kimse suçu kabul etmiyor. Tâbi konumunda olan yazarların beyanları aldananların ifadeleriyle ayniyet arz ediyor: “Ey Rabbimiz! Bizi saptıranlar bunlardır. Bunun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver.” (A’raf: 38). Lider kadro ise, “Benim sizin üzerinizde bir hakimiyetim yoktu. Sadece sizi göreve çağırdım. Siz de davetime hemen icabet ettiniz. O halde beni değil kendinizi yerin.” (İbrahim: 22) şeklinde müdafaada bulunuyor.
Buradan senaristlere bir tavsiyede bulunmak istiyorum. 28 Şubat sürecinin müessir aydınlarının eski ve yeni beyanlarını mukayeseli okumaya tabi tutarak sanat değeri pek yüksek bir senaryo telif edebilirler. “Ehl-i Cehennem Muhavereleri” ya da ”Cehennemden Kesitler” başlığını taşıyacak bu senaryoda o günkü medya patronları ve gazeteciler rol alırsa Türk Sineması gişe rekorları kıracak bir “sanat eserine” imza atmış olacaktır.
Şayet senaryo Devlet-i Aliye’nin son yıllarından başlatılırsa, uzun yıllar devam edecek bir dizi de hazırlanabilir. Ülkenin birinci sınıf sanat severleri, mutlaka Aydın Doğan, Ertuğrul Özkök, Mehmet Ali Birand ve emsalini ikna edip bu dizide oynamalarını sağlamalıdırlar.
Bu senaryo, “kalaysız kazan” gibi içine konan her şeyi zehre dönüştüren bir kısım medyada milat olacak ve yüz küsür yıllık basın tarihimizin en esaslı “taharet harekatı” diye kayda geçecektir.
Evet, bu husus bu günün olduğu gibi dünün de sorunuydu. Nitekim bizde aydın millet menfaatinden daha ziyade şahsi menfaatleri önceleyen, bunun için de rolden role giren adam olarak temayüz etmiştir. Bu durum “uyumlu aydınların piri” Yunus Nadi’de çok daha zahirdir. Aşağıdaki ifadeler maaşlı aydınların “atiyye” için neler yapabileceklerinin müşahhas belgesidir:
Yunus Nadi, Kütahya’lı Şeyh Seyfi Efendi’ye yazdığı mektubunda kurtuluş savaşının şeyhlerin himmetiyle kazanıldığını belirttikten sonra ifadelerine şöyle devam eder: “…Şimdi daha yıkılacak şeyler varsa onları da yıkmak ve her halde sonuna kadar vezaif-i vataniyemizi ifa edebilmek için ‘Yeni Gün’ü ayakta tutmak lazım. Sen belki bir gazetenin ne demek olduğunu hakkıyla bilemeyeceğin için bunun manasını pek anlayamazsın. Kısaca anlatmak için haber vereyim ki, Yeni Gün’ün aylık masraf bütçesi iki bin lirayı Osmanî’dir. Şimdi onu aynı fiyatla dört sayfa olarak neşretmeye başlayacağız, bütçe çıkacak üç bin beş yüze! Benim hakikat-bîn şeyhim! Sen bilirsin ki, bu mebaliğ-i maddiyye hazine-i gaybiden gelmez. Bu kadarcık işaret, vaziyeti zat-ı fâzılanelerine anlatmaya kafidir”.
Yunus Nadi, istismarın sidre-i muntehası olan mektubunu şu şekilde noktalar: “Ricamı azami mikyas ile infaz edeceğinden emin olduğum için fazla söze lüzüm görmeyerek müsadenle muhterem ellerini tekrar tekrar öper ve hatm-i kelam eylerim Şeyhim efendim.” (Anadolu’da Yeni Gün, 20. 09. 1338/1922). İhtiyaç hissettiklerinde şeyhlerin ellerini öpen, cuntacılarla rakı masasına oturduğunda ise Müslümanları yeryüzünün fazlalık yaratıkları olarak gören bu taife acilen ıslah edilmelidir. Her ortama uyumlu aydın yetiştiren bu inkar fideliğine müdahale edilmezse hafizanallah yarın bir işgal durumunda bunlar seleflerinden Halide Edip gibi çıkıp Amerikan mandasını savunur, millet arasında sömürgeden yana taraftarlar oluşturmaktan geri durmazlar.
(Hüküm Dergisi 1. Sayı / Ocak 2013)