Search
Close this search box.

İslam’ın Aşk ve Vecd Yolu: Tasavvuf

İnsanın ilim talebi ölene kadar devam eder. Bu yüzden en çok kitap satın alanlar ve okuyanlar âlimlerdir. Bu yolda kiminin bağı, bahçesi harab; kiminin de evi viran olur. İlim, bir aşktır. Ona aşk makamında muhatap olan, Peygamber-i Ekber gibi, “Rabbim ilmimi arttır.”1 diye niyazda bulunur. Tâlib-i ilim kitap mütalaa ederken acıkır, susar fakat ilmin verdiği zevkten acıkmayı da, susamayı da unutur.

İlim Şerre Değil, Hakka Hizmet Etmeli
“Benden” geçmeden “biz” denizine dökülmezmiş gönül. Ulema da insanlığın Dünya ve Ahiret saadeti için “benden” geçer; “biz” için okur, düşünür, konuşur, koşar, yazar. Fakat mücerred manada her ilim insanın kurtuluşuna vesile olmaz. İlmin şekil boyutunu ihtiva eden lafız, ibare, ifade, ıstılah vb. hususlar mücerrediyyâtı oluşturur ve hududu bellidir. Allâme Muhammed Şefî Osmânî mevzuya dair şunu söyler: “Eğer mücerred manada ilim kişinin kurtuluşuna vesile olsaydı, İblis mahlukatın en faziletlisi olurdu. Çünkü geniş ve derin bir ilme sahipti. Fakat bu ilmin ona hiç bir faydası olmadı. Çünkü İblis tezkiyeden/nefis terbiyesinden mahrumdu. Bu yüzden ilmi ona vebal oldu; hakka değil, şerre hizmet etti.”

Âlimi Bilgisayardan Ayıran Temel Özellik
Damarlarda kan, cemiyette can olmayan ilim lafızda kalır ve yalnızca maaşa, ekmeğe, barınmaya hâsılı nafakaya katkı sağlar. Böyle bir ilim –Yahudi’de olduğu gibi- bir cihetle “ilim”, bir cihetle “hüsrandır: “Yemin olsun ki kesinlikle bilmişlerdi ki (Allah’ın Kitabı’nı terkedip) onun(yasak ettiği büyüyü) kim satın almışsa Ahiret’te o kişi için hiç bir nasib yoktur. Karşılığında canlarını sattıkları o şey ne kötü olmuştur. Eğer bilmiş olsalardı…”2 Allah Azze ve Celle âyet-i kerîmenin başında Yahudilerin bildiğini, sonunda ise bilmediğini haber veriyor. “Bilmek” fiili -ayetin başında- Yahudilere te’kîd ifade eden “قد” ile isnat edilirken; sonunda ise onlardan “nefy” ediliyor. Zâhirde teâruz gibi görünen bu meselenin hakikati nedir? Yahudiler Allah’ın nehyettiklerini satın almanın yasak olduğunu suret itibariyle biliyorlardı. Mevzuyla alakalı bir takım araştırma ve incelemeler yapmış, belli neticelere de ulaşmışlardı. Lakin bilmeleri lafız ve ibareyle sınırlıydı. İnsanın kan gibi damarlarında dolaşan, ruhuna ve bedenine karışan, onlarda tezahür eden ilmin hakikatinden mahrumdular. İlim, tâlib-i ilmin aklı gibi ruhuna da nüfuz etmeli, dünyası gibi ukbâsına da rahmet olmalıdır. Pek çok mevzuda müdellel cevaplar veren şahıs, marifetullahtan mahrumsa, onun tek bir tuşuna basıldığında sayfalarca malumatı ortaya çıkaran bilgisayardan tek farkı “insan” olmasıdır.

Ha Narın Tadı, Ha Marifetsiz Âlim
İbare ve ifade noktasında ilme vakıf olan fakat seyr-i sülûk cihetiyle kalbî bir mahrumiyet yaşayan insan, varlıkta yokluk çeker. Hâdise şu bağlamda tasavvur edilirse daha doğru anlaşılır: “Narın tadı” üzerine doktora hazırlayan bir kişi; narın tarihi, nerelerde yetiştiği, kaç çeşidinin olduğu, tadları arasında ne tür farklar olduğu, ağaçlarının boylarının ne kadar olduğu gibi hususları ayırıntılı bir şekilde inceleyip kaleme alsa, bir gün kendisine, “Hiç nar yediniz mi?” diye sorulsa, “Hayır” cevabını verince yıllar süren araştırması bir anda satıh üstü kopyadan ibaret olur. Dünyada “narı en iyi ben bilirim”, “nar benden sorulur” diyen; narın çeşitleri, faydaları, özellikleri, tarihi ve coğrafyasına dair her şeye vakıf olan lakin ağzına bir defa nar tanesi koymayan araştırmacının hali, tıpkı ilmi lafız boyutuyla bilen, buna rağmen kendini “allâme” zanneden kişi gibidir. Ha onlarca kitap, yüzlerce risale yazan, onların arkasında poz veren bir âlim; ha narın tarihini yazan lakin tadına bakmayan bir nar doktoru.
Maalesef ki oryantalistlerin bir kısmı bazı mevzularda bir kısım ulemadan daha derinliklidir. Bu yüzden hariçte okuyan yüksek lisans/doktora öğrencilerinin önemli bir bölümünü çok rahatlıkla kendi düşüncelerine paralel bir şekilde inşa edebilmekte, kendi hedefleri doğrultusunda istihdam etmektedirler.
Bir tâlib-i ilmin “mevzuları ibare düzeyinde bilmesi” onu âlim yapmadığı gibi, oryantalist tehditlere karşı da koruyamaz. Kalbe işlemeyen, hayata yansımayan ilim kurtuluşa vesile olamaz.

Baş Muallim: Hz. Muhammed ﷺ
Allah Rasûlü ﷺ sahabeye ilmi, “ibare boyutuyla” olduğu gibi “kalbe nüfuz ve hayata hakim olma” boyutuyla da öğretti. Bu yüzden Allah Azze ve Celle O’nun gönderiliş amacını dört merhalede anlatmaktadır: “Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.”3

İbadet Kitabı Olarak Kur’an-ı Kerim
Muallim Peygamber’in talimdeki birinci vazifesi sahabeye ayetleri okumaktı (يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ). Bu yüzden Allah Azze ve Celle ayette okuyup/okutmasını müstakil olarak zikretti. Bu da göstermektedir ki O’nun gönderiliş gayelerinden biri de mihrapta ya da başka bir mekanda muhatapların anlayıp anlamamasına bakmadan onlara Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmektir. Bu tarz bir eğitimin bir faydasının olmadığını iddia edenlerin temel problemi Kur’ân-ı Kerîm’i beşere ait kitaplara kıyas etme yanlışlığına mahkum olmalarıdır. Müminlerin anlamak ve gereğince amel etmekle mükellef olduğu Kur’ân-ı Kerîm, Allah Rasûlü’nün ﷺ gönderiliş gayelerinden birinin de Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmek olduğunu beyan ediyor. Bunun içindir ki Allah Rasûlü ﷺ şöyle buyuruyor: “Kur’an-ı Kerîm’den tek bir harf okuyana bile bir sevap var. Her sevap on misliyle yazılır. ‘Elif Lâm Mîm’ bir harftir, demiyorum. Aksine; Elif bir harf, Lâm bir harf, Mîm de bir harftir.”4 Hurûf-u Mukattaa’dan olan bu harflerin manası yalnız Allah Azze ve Celle’ye malum olduğu halde, onları okuyanlar için her harfe karşılık on sevap var. Ne var ki Kur’ân-ı Kerîm’in aynı zamanda kendisiyle ibadet edilen bir Kitab olduğunu unutanlar, onu anlaşılmadan okunan beşerî kitaplarla aynı bağlamda değerlendirip hem insanların ruhî rahatlamalarına hem de ecir kazanmalarına mani olmaktadırlar.
Edipler, Şairler de O’nun ﷺ Beyanına
Muhtaçtı
Allah Rasûlü’nün ﷺ peygamber olarak gönderiliş gayelerinden bir diğeri Kitab’ı öğretmektir; (وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ). Sahabe arasında çok sayıda şair, edip, yüksek belâğat sahibi zat vardı. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerîm Peygamber-i Ekber’in onlara Kitab’ı öğrettiğini haber veriyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygamber ﷺ olmadan anlaşılmaz. Kişi, Kur’ân-ı Kerîm’e meâlle, sözlükle muhatap olamaz. Peygambersiz Kur’ân okuyanlar Allah’ın muradına nail olamaz. Hz. Peygamber’in olmadığı bir anlama ameliyesi Kur’ân’ı anlamaya değil, onda anlatılandan mahrum kalamaya sebeptir. Kur’ân’ın ancak Hz. Peygamber’in beyanıyla “Kitab-ı Mübin” olacağını bilen sahabe, Allah Rasûlü’ne ﷺ talebe olmaktan yüksünmedi. İbn Ömer, Bakara Sûresi’ni sekiz yılda öğrendi.5 Çünkü onlar ilmi, ameli, ihlası bir bütün olarak öğrenmekteydiler.

Ha Rasûlsüz Kitap, Ha Fakültesiz Doktor
Allah Azze ve Celle bütün kitapları peygamberlere indirdi. Tevrat’ı Hz. Musa, Zebur’u Hz. Davud, İncil’i Hz. İsa ile gönderdi. Hiç bir Kitab’ı rasûlsüz indirmedi. Kitab’ı olmayan pek çok nebî var lakin nebîsi ya da rasûlü olmayan hiç bir kitap yok. Çünkü kişinin yalnız başına vahyi/Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, öğrenmesi, yaşaması mümkün değildir. Mutlaka bir âlimin, mürşidin halkasına oturması gerekir. Hangi millet yapısına ait olursa olsun, bir kimse, kendi lügatında kaleme alınan tıp kitaplarını okusa doktor olur, hasta muayane edebilir mi? Eğer bunu yapar ya da yetkililer buna müsaade ederse, bu durum, kimseye hizmet etmeyeceği gibi, kısa zamanda şehrin mezarlığını mağdur hastalarla doldurur. Bir yemek kitabını satın alan biri, usta olmadan kitaba bakarak yemek yapamazken, nasıl olur da Peygamber olmadan Allah’ın muradına göre bir İslâm anlaşılır. Bu yüzden Peygambersiz Kur’an okuyanlar, peygambere itaat etmeye “uydurulan din”, hevalarına ittiba etmeye ise “indirilen din” adını verirler.
Kur’ân-ı Kerîm’i Allah Rasûlü’nden ﷺ öğrenenler Ebu Bekir, Ömer oldu. Meâl okuyanlar arasından Ebu Bekir kıvâmında bir mümin çıkması mümkün mü? Bu durum bütün ilim dalları için de geçerlidir. Kişi hiç bir fende, mücerred mütalaa ile âlim olamaz.

Ulu Hikmet Hocası
Allah Rasûlü’nün ﷺ gönderiliş gayelerinden bir diğeri ise insanlara “hikmeti” öğretmektir: (وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ ). İmam Şâfii’ye göre “hikmet” Sünnettir. Kitab’la birlikte zikredildiği yerde hikmet, “Sünnet” anlamına gelir. Ya da hikmet, “bir şey ne ise, onu, o olarak bilmektir.” Buna göre, bir şeyi olması gerektiği gibi bilebilmek için bir rehbere muhtacız. Akıl yalnız başına bir emrin ya da nehyin hikmetinin ne olduğunu anlayamaz. Ya da anladığını zannederek anlamaktan mahrum olur. Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân’a ya da Sünnet’e müracaat edilmeden anlaşılmaz. Akıl “Faiz niçin haram?” diye sorduğunda cevabı onu haram kılan verirse, cevap, sözün sahibinin muradına münasip olur. Çünkü her aklın idrak derecesi farklı olduğundan, akıl sahiplerinin emir ya da yasakların “hikmet”ine dair söyledikleri de farklı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm ya da Allah Rasûlü ﷺ pek çok mevzuun hikmetini de beyan ederek neyin, niçin yasaklandığını ya da emredildiğini de bildirir. Bunun için Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında zuhur eden çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”6

Huzur Yoksa Konaklar Zindan; Dostlar
Düşman Olur
Allah Rasûlü’nün ﷺ dördüncü vazifesi ise gönülleri tezkiye etmektir: (وَيُزَكِّيهِمْ ). İnsan her neye sahip olursa olsun öncelikle iç huzura muhtaçtır. Huzuru olmayan adama konaklar zindan, dostlar düşman, hayat çekilmez gelir. İnsanın “basar”ı gibi “basiret”i de körelir. Aklı gibi şuuru da tutulur. Biri onun için su olmalı, bedeni gibi kirlenen kalbini temizlemeli.
Peygamber, talim ve terbiyeye olduğu gibi tezkiyeye de memurdur. İnsan, ancak kalbine Peygamber solukları ulaşınca rahatlar, nefes alır. Allah Rasûlü’nün ﷺ bu ameliyesine Kur’ân-ı Kerîm “tezkiye” diyor. İnsanın tezkiyesi, bedenin kirlerden temizlenmesi; kalbin tezkiyesi ise manevi kirlerden arınmasıdır. Çünkü insanda maddi ve manevi olmak üzere iki türlü kir vardır. Birinde bedendeki maddi kirler temizlenir ve bu temizlik abdest ve gusülle îfa edilir. Hased, kibir, riya, sum’a, makam ve mal sevgisi ise insanın ruhunu istila eden manevi kirlerdir.

Kibir Ruha Perde Olunca
Bedenle ruhun gıdaları farklı olduğu gibi, kirleri ve onlardan temizlenme yolları da farklıdır. Bedeni doyuran ekmek, ruhun acılarına deva olmaz. Bedeni tertemiz eden ne su, ne sabun ruhun kirini sökemez. Maddi anlamda tertemiz, ilmî manada fevkâlede olan biri, ruhi manada kirliyse Şeytan’a oyuncak olmaktan kurtulamaz. İblis, zikrullah ile mamur yüreklerde değil, hased, gurur, kibir gibi kirlerin telvis ettiği nefislerde yaşar. Kibir o kadar dehşetli bir necasettir ki; denizler, nehirler mütekebbir adamın üzerine dökülse yine de ondaki kibri temizleyemez. Allâme de olsa kulağına, gözüne, lisanına ve kalbine perdedar olan enâniyeti, Allah’ın azametini idrak etmesine mani olur. Kirlenen ruh, Kâinâtı madde ve mana planında temizlemeye talip Şeriat’ın varlığından rahatsız olur. Hz. Adem’e secde emrine muhatap olan Şeytan gibi üstünlük iddiasında bulunarak itiraz eder ve “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.”7 der. Maddi zaviyeden bakınca ateş topraktan üstündür. Kibir, ruha perde olur ve insan maddeye mahkum kalır.
Bedenin temizlenmesi de, beslenmesi de ruhun taharetinden daha kolaydır. Çünkü bir teneke suyla bütün beden temizlenir. Kirlenen bir ruhu ise, okyanuslar dahi temizleyemez.
Hasta Hastalığını Bilmeyince
Bedendeki hastalıklar ya zahirdir ya da etkisi ortadadır. Lakin ruhun hastalıkları, ruh gibi gizlidir. Sıtma olan, sıtma olduğunu; kör, kör olduğunu, felçli, felç olduğunu bilir lakin kibirli adam, mütekebbir olduğundan gafil olabilir. Bu yüzden bir mütekebbire, “Sen mütekebbirsin.” denildiğinde, “Kibirli olmaktan Allah’a sığınırım.” der. Hasta olduğunu bilmediğinden tedaviyi reddeden kişinin şifası ölümdür.

Kullukta Hürriyet, Özgürlükte Yalnızlık Var
Kibir, insanı hem çevresinden hem de Rabbin’den uzaklaştırır. İblis’e dost, Allah’a düşman yapar. Mütevazi bir kul zahirde halk, hakikatte ise Hak ile birlikte; mütekebbir ise zâhirde de, bâtında da nefsi ile beraberdir. Mümin, kullukta hürriyeti; mütekebbir ise özgürlükte yalnızlığı bulur. Mütekebbir, dağın tepesinde durup kendisinin insanları, insanların da kendisini küçük gördüğü adam gibidir. Cemiyetten kopan, fildişi kulesine mahkûm olanın zirveden bakıp insanları karınca gibi, insanların da onu küçük bir nesne gibi görmemesi kaçınılmazdır. Lakin mütekebbirdeki bu algı yanılmasını ne kitap, ne diploma, ne kariyer tedavi edebilir.

“Ben Fakir”, “Ben Hakir” Ne Demek?!
Hakîmu’l-Ümme Eşref Ali et-Tehânevî insandaki bu manevî hastalığı teşhis ve tedavi noktasında şöyle demektedir: “Bazı insanlar nefislerini ezmek için kendilerini ‘Hakîr’, ‘Zayıf’, ‘Fakir’ gibi lakaplarla tanıtır. Söze ya da yazıya “ben fakir” diye başlar. Burada asıl mesele, dil tevazu cümleleri kurarken kalbin onu onaylayıp, onaylamamasıdır. Kişi, hakikaten kendisini ‘insanların en hakiri, en fakiri, en perişanı’ görmekte midir yoksa bunları söylerken karşı taraftan ‘Olur mu Efendim, siz asrın Allâmesisiniz, bir neslin hidayetine siz vesile oldunuz, müslüman gençliğin baş hocası sizsiniz!’ gibi iltifatlar mı beklemektedir. Böyle bir beklentinin olduğu yerde tevazu, içi riya dolu bir kap gibidir.

Ruhi Marazlar ve Çaresi
Riya ve kibir gibi diğer bütün ruhi marazlar, onlara müptela olan insanlar tarafından -her zaman- fark edilemediğinden, Benî Adem’in, nefis tezkiyesi için bir mürşide talebe olması daha emniyetlidir. Nasıl ki bir doktor hastaya ya da röntgene bakınca hastalığı anlarsa, mürşidler de uzun tahlil ve murakabe neticesinde ruhi marazları anlarlar. Ona göre bir tedavi uygular, seyr-i sülûk haritası belirler. Allah Rasûlü’nün ﷺ gönderiliş gayelerinden biri olan tezkiye, müminin, bir mürşidin murakabesinde manevi hastalıklardan arınmasına vasıta olur. Mürşid, sohbet ve nasihatler neticesinde müritteki hallere bakarak onda bir tedavi yöntemi belirler, değişime bağlı olarak tezkiyenin de muhtevasını değiştirir.

“Siyah Kadın’ın Oğlu”
Allah Rasûlü’nün ﷺ “Müzekki’n-Nufûs/Gönüllerin Hocası” olması, her sahabiyle iletişiminin farklı bir boyutta olmasını da temin etti. Bu yüzden Hz. Ebu Bekir’e farklı, Hz. Ömer’e farklı davrandı. Bir gün öfkesine yenik düşüp Bilal. b. Rebah’a “Siyah Kadın’ın oğlu!” diyen Ebu Zerr’e, “Muhakkak ki sen, hâlâ gönül âleminde cahiliyyeden kırıntılar taşıyan birisin!” dedi. Bütün gayretlerine rağmen kibir Ebu Zerr’in kalbinin kenarında bir yerde kalmış olmalı ki öfke anında dilinde zahir oldu. Fakat o an Ebu Zerr ne dediğinin, bununla neleri yıktığının farkında değildi. Allah Rasûlü’nün ﷺ müdahalesiyle hemen toparlandı, tedavi oldu, bir âsâ ve bir hırka bulup yollara düştü. Derviş gibi yaşadı, belki de bütün dervişlere pîr oldu. Öyle vefat etti.

Mal Hastalığı ve Allah Rasûlü’nün ﷺ
Müdahalesi
Kimi soy, kimi boy, kimi mal hastalığına yakalanmıştı. Hakîm b. Hizam da uğrunda nice savaşlar yapılan, kanlar akıtılan mal hastalığına yenik düşmüştü. Hakîm b. Hizâm8 (r.a) hastalığını ve Allah Rasûlü’nün ﷺ tedavi sürecini şu ifadelerle naklediyor: “Rasûlullah’tan (sav) (dünyalık) istedim, o da bana verdi. Sonra ondan yine istedim ve yine bana verdi. Sonra tekrar istedim yine bana verdi. Ardından da şöyle buyurdu: ‘Ey Hakîm! Bu dünya malı lezzet cihetiyle tatlı, görüntü itibariyle ise yeşil bir meyve gibidir. Kim bu mala gönül huzuru ile sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Lakin kim de aşırı bir hırsla bu malı arzularsa tıpkı yiyip de doymayan obur gibi onun için malın bereketi kaçar. Veren el, alan elden üstündür.” 9
Allah Rasûlü ﷺ, Hakîm b. Hizam’da mal sevgisi hastalığını görünce ilk olarak rahatsızlığını kendisine bildirdi; bir anlamda ona; “Kalbindeki mala karşı olan tamahı temizlersen Allah bereket ihsan eder, aksi olursa bereket zail olur.” buyurarak tedavi yolunu gösterdi. Hakîm de Allah Rasûlü’nün ﷺ bu müdahalesinden sonra bir daha kimseden mal almayacağına dair yemin etti; ne Hz. Ebu Bekir’in, ne de Hz. Ömer’in hediye vermek için yaptığı davetlere icabet etti.10 Mal sevgisi görünmez bir hastalıktı. Müzekki’n-Nufûs olan Allah Rasûlü ﷺ onu farketti ve tedavi etti. Ondan sonra Hakîm değil mal istemek, kimsenin malına da dönüp bakmadı.

İki İmar, Bir Mimar
Sahabede bir teyakkuz hali vardı. Bugün başı, dişi ağıranlar nasıl hastaneye koşuyorsa onlar da manevi hastalıklarının şifası için Allah Rasûlü’ne ﷺ giderlerdi. Peygamber-i Ekber Şeriat’la onların maddi âlemini, Müzekki’n-Nufûs olması cihetiyle de mana âlemlerini inşa etti.

“Kurtar Beni Ya Rasûlallah!”
Her sahabi gibi Hz. Hanzala da Allah Rasûlü’nün ﷺ irşadına muhtaçtı. İçine düştüğü ruhi krizde acı çekiyor, kendini münafık zannediyor, kahroluyordu. Hâlini şu ifadelerle naklediyor: “Bir gün Ebû Bekir’le karşılaştım. Bana, ‘Nasılsın Ey Hanzala?’ diye sordu. Ben de, ‘Hanzala münafık oldu.’ dedim. O, ‘Subhanallah, sen ne diyorsun?!’ dedi. Ben, ‘Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyoruz. O bize Cennet’i ve Cehennem’i hatırlatıyor, sanki (cenneti ve cehennemi) gözlerimizle görüyoruz. Onun huzurundan çıkınca, hanımlar, çocuklar ve bahçelerle meşgul oluyor, Allah Rasûlü’nün ﷺ bize hatırlattığı çok şeyi unutuyoruz.’ dedim. (Bunun üzerine) Ebu Bekir (r.a) şöyle dedi: ‘Vallahi mutlaka bizler de hâllerdeki bu değişkenliğin benzeri ile karşı karşıyayız.’…” Hâdisenin devamını Hanzala (r.a) şu şekilde nakleder: “Ben ve Ebû Bekir (Rasûlullah’a) gidip, huzuruna vardık. ‘Hanzala münafık oldu Ey Allah’ın Rasûlü’ dedim. Allah Rasûlü ﷺ, ‘O nasıl bir söz?!’ buyurdu. Şöyle izah ettim: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Huzurundayken bize Cehennem’i Cennet’i hatırlatıyorsun. Her şey o kadar zahir oluyor ki, sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurundan çıkıp, eşler, çocuklar ve bahçelerle meşgul olunca, hatırlattığın çok şeyi unutuyoruz.’ Bunun üzerine Allah Rasûlü ﷺ şöyle buyurdu: ‘Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, huzurumda bulunduğunuz hal üzere ve sûrette hatırlamaya devam etseydiniz, Melekler (evlerinizde) döşekleriniz üzerinde ve yollarınızda sizinle musafaha ederlerdi. Lakin Hanzala, bir saat ibadet, bir saat dünya işi; bir huzur, bir futûr hali… O halde kalın, yeter!’…” 11
Hanzala kendini dinliyor, haline bakıyor, yüreğini dinliyor, “Hanzala münafık oldu” diyor; ruh dokturuna koşuyor, halini arz ediyor, Allah Rasûlü ﷺ de nifakın ne olduğunu hülasa eden bir muhteva ile insan hakikatini anlatıyor ve buyuruyor: “O halin devamı imkansız; bir huzur, bir futûr hali kafidir.” Ve Hanzala tedavi/teselli oluyor.
Mürşid de Kâmil, İrşad da
Ebu Zerr, Hakîm b. Hizam ve Hanzala… Her birinin marazı farklı… Sahabe bazen “hastayım” diyor, bazen de Allah Rasûlü ﷺ satır aralarından, bakışlardan hastalığı fark edip, müdahale ediyor. Mürşid kâmil olunca, irşad da kâmil olur.
Allah Rasûlü’ne ﷺ vâris olan mürşidler de muhataplarının hallerine bakar, kimini tedavi eder, kimine de hastalıktan korunma usulünü gösterir. İnsanlar gibi, hastalıklar da çareleri de farklıdır. Tekkelerin tarihi, tedavi usullerine misal olacak örneklerle doludur. Bu noktada Üstad Taki Osmanî, babası Muhammed eş-Şefî vasıtasıyla şunu naklediyor: “Manevi hastaları tedavi eden Üstad Eşref Ali’ye bir gün, kendisine yol göstermesini talep eden biri gelir. Bir zaman sonra üstad bu kişinin mütekebbir olduğunu fark eder. Ona hastalığını tedavi edecek bir vazife verir, ‘Benim meclisime geldiğinde, misafirlerin ayakkabılarını düzelt.’ buyurur. O da her gün gelip ayakkabıları düzeltir. Bu ameliye üzerinden bir hafta geçmişti ki, Şeyh adamın ayakkabıları düzeltmesine müdahale etti, ‘Bundan sonra bu işi yapma!’ dedi. Birisi Üstad Eşref Ali’ye, ‘Efendim! Önce ona ayakkabıları düzeltmesini emrettiniz, sonra ise yasakladınız. Hikmeti nedir?’ diye sordu. Üstad, ‘Bu işle adamdaki kibri temizlemeyi düşündüm. Fakat bir hafta sonra kendi kendine çok önemli bir vazifeyi îfa ettiğine inanmaya başladı. Öyleki kendini mütevaziler ehramının zirvesinde görmekteydi. Ayakkabı düzelterek içindeki ‘ben’ putunu kırıp parçaladığına inanıyordu. Kibrin bir halinden kurtulurken diğer haline yakalandı. Bu yüzden onu bu vazifeden men ettim.’ dedi.” Kaç veli, nefis terbiyesi sürecinde benzer şekillerde tezkiye ve terbiye edildi.

Göz, Ay Işığı ve İmanın Nuru
İç hastalıklar, kafa gözüyle ya da röntgenle değil; geriye bakınca “elest bezmi”ni, geleceğe bakınca da Mahşer’i gören gözlerle görülür. Göz; güneşin, ayın ya da yıldızların ışığıyla değil, imanın nuruyla görür. Bu yüzden yetimlerin kış gecelerinde soğuktan titreyen ellerini bazen milyarder bir zengin değil de, fakir bir mümin görür.
Göz; hakikati bazen gönülle, bazen de ölümle görür. Mütekebbir bir baba, babasını kaybedince aç kalan yetimleri, oğlu ölünce anlar. Arabanın camından sokağı, çadırı, gecekonduyu göremez; oğlunu kaybedince ise gecenin karanlığında siyah taşın üzerindeki siyah karıncayı görür. Bütün dünya gibi Mekke de, Yesrib de kör olmuştu. İnsanlar ne yetimi, ne köleyi görüyordu. Allah Rasûlü ﷺ onları, insanı insan olarak görmeye çağırdı. Sahabe olanların “basar”ı ve “basiret”i açıldı. Allah Rasûlü’nün ﷺ teşhis ve tedavisi netice verdi; hem gözler, gönüller açıldı; hem de kalpler tevazu, ihlas, îsâr gibi güzel ahlakın ana kavramlarıyla süslendi.

Ehl-i Hâl ile Hem Hal Olmak
Gönül harekâtı olan tezkiyenin farklı yolları var… Lakin en müessir olanı ehl-i hâl ile hemhâl olmak. Bu yüzden sahabe velâyet makamın zirvesinde olmasına rağmen, meşâyıh-ı kirâma ve ulemâ-i izama verilen isimlerle anılmadı. Ulema için “İmam, Fahru’l-İslâm, Şemsu’l-Eimme, Huccetu’l-İslâm” gibi ünvanlar kullanıldı. “İmam Ebu Hanife, Şemsu’l-Eimme es-Serahsi, Huccetu’l-İslâm Gazzali” denildi; lakin “İmam Ebu Bekir, Şeyhu’l-İslâm Ebu Bekir, Allâme Ömer, Şemsu’l-Eimme Osman, Hafız Ali b. Ebî Talib” denilmedi. Çünkü sahabi olmak -bir anlamda- diğer kuşaklarda gelen âlimlerin sahip olduğu bütün meziyetleri cem’ etmekti. Bu yüzden -onlar adına- sahabilikten başka bir ismi kabul etmek tenzili rütbe olurdu.

“Sadıklarla Beraber Olun!”
Muhatabı sohbetle tezkiye ve terbiye etme usulü sahabeden tâbiûna intikal etti. Tâbiûn, sahabe hayatına baktı; Allah’la, nefisleriyle ve cemiyetle münasebetlerini bizzat onların hâllerinden, sohbetlerinden iktibas etti. Onlar da aynı hâl üzere talebelerini murakabe etti. Tebe-i tâbiîn de, tâbiûnun halkasında yetişti. Sahabenin tezkiyesi, muttakilerin imamı Allah Rasûlü’nün ﷺ sohbet halkasında; sonrakilerinki ise Allah Rasûlü’ne ﷺ “hayru’l-halef” olan muttakiler zümresinin meclislerinde oldu. Bu yüzden Allah Azze ve Celle, “Ey İman edenler! Yasakladıklarından uzak durma noktasında Allah’tan hakkıyla korkun ve sadıklarla beraber olun.”12 buyurmaktadır. Fahruddin er-Râzî âyeti tefsir ederken, “Allah Teâlâ -bütün zamanlarda yaşayan- müminlere sadıklarla birlikte olmayı emrettiğine göre bu zümre her zaman olacaktır.” der. 13
Allah Azze ve Celle insanları tâkatleri üzerinde bir yükle mükellef tutmaz. “Sadıklarla olun!” buyurduğuna göre her devirde az ya da çok -mutlaka- sadıklar, veliler, mürşidler olacaktır. Sadıklara farklı iklim ve zamanlarda farklı isimler verilmesi bu durumun hakikatini değiştirmez. Tekkeler, dergâhlar, zâviyeler hep olacak ve oralarda büyük veliler tezkiye, terbiye, irşad, tasavvuf ya da müesses bir yapı olan tarikat başlığı altında tezkiye ameliyesine devam edecektir.

Kalplerin Tahliyesi
Müzekki’n-nufûs olan mürşidler muhataplarının gönül dünyasını manevi hastalıklardan tedavi ederek kalpte Şeytan’a ait her ne varsa önce “tahliye”, ardından da evrad ve ezkarla o kalplerin “tahallilerine” öncülük etme gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu süreçte veliden sadır olan haller Kur’ân’a ve Sünnet’e arz edilir; muvafık olanlar alınır, gerisi reddedilir. Müridanın zaman zaman muhatap olduğu kerâmetler, gaye olmadığı gibi mevzunun aslına da taalluk etmez. Çünkü tasavvufta en büyük keramet, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır.
Ancak kerâmet, asıl olmasa da haktır. Varlığı bizzat Kur’ân-ı Kerîm’le sabittir.14 Hz. Meryem, Peygamber olmadığı halde olağanüstü hâllere muhatap olmuş, odasına göklerden sofra gelmiştir. Lakin mucizeyi izhar, kerâmeti ise izmar etmek asıldır. Bu yüzden Mürşidler kendilerini gizleyip, Sünnet-i Seniyye’ye ittibayı öne çıkarırlar. Bir anlamda insanları mana âleminde Allah Rasûlü’nün ﷺ halkasına oturmaya hazırlarlar. İnsanlara, Sünnet-i Seniyye ile irtibat kurmaları noktasında rehberlik yaparlar.

Kuşatma Nasıl Aşılacak?
Müminler bütün zamanların ideolojik kuşatmalarını Allah Rasûlü’nün ﷺ manevi önderliğinde yaracaklar. Kur’ân-ı Kerîm bizzat bu vazifelendirmeyi haber veriyor.15 Allah Rasûlü ﷺ aramızda olmadığına göre, bu, O’nun Sünnet’ine, Nebevî usulüne ittiba ile gerçekleşecek. Sünnet’in olmadığı yerde ne tezkiye, ne ihsan, ne terbiye ne de tasavvuf olur. Bu yüzden İmam-ı Rabbani (rahmetullahi aleyh) kendisine altı tane karanfil getiren talebesini, “Allah tektir, teki sever.” hadis-i şerifi ile ikaz edip, “Tek, sünnettir. Git bana ya beş tane ya da yedi tane getir.” diyerek uyarmıştır. Mademki “tasavvuf” Allah Rasûlü’nün ﷺ tezkiye ve terbiye ameliyesindir, o halde bu ameliyenin icra edildiği bir tekkede, tek bir Sünnet’e muhalefet varsa orası terbiye değil, dalalet karargâhıdır. Tekkeler küçük bir dünya gibidir. İnsanlar orada Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i ve Feth’i yaşar. Oralarda mürşidler insanlara, İslâm’ı hayatın bütün şubelerine nasıl tatbik edeceklerini öğretir.

Tarikatler ve Farklı Zikir Terkibleri
Mürşidler tezkiyenin umumi esaslarına bağlı kalarak farklı usuller, ruhî tedavi ve tezkiye yolları önerebilir. Bu noktada Nakşibendi, Kadiri, Şazeli, Rufai mürşidler kendi tecrübelerini de dikkate alarak farklı zikir cümleleri tercih edebilir. Nakşibendiler’in “Salavat-ı Şerife, İnşirah Sûresi, havkale vb. dua, sûre ve zikirden oluşan Hatme-i Hâcegân”ı gibi başka tarikatlerin da farklı hatmeleri vardır. Bu, mübahtır. Nasıl ki bir mümin, “Mutlaka şöyle dua etmelisin!” diye icbar edilemezse; veliler, sıddıklar, salihler de “Evradınız şunlardan ibaret olmalı!” diye icbar edilemez.

Hatme-i Hâcegân’ın Delili
Birisi bir gün Üstad Taki Osmanî’ye “Hatme-i Hâcegân”ın delilini sorar. O da cevap olarak, “Grip olduğunda Panadol ya da başka bir ilaç alıyor musun?” diye mukabelede bulunur. Üstad, “Evet” cevabını alınca şöyle der: “Kur’ân-ı Kerîm ya da Sünnet-i Seniyye’den bu ilacın kullanılabileceğine dair bir delil getirebilir misin?! Ya da böyle bir zorunluk var mıdır?! Hayır! Çünkü İslâm tedaviyi emreder. Bu, helal dairede olduğu müddetçe tedavi Panadol’la da olabilir başka bir ilaçla da. Hatme-i Hâcegân da ruhtaki kirleri temizleyebilmek, hastalıkları tedavi edebilmek için ulemanın Kitap ve Sünnet’ten hareketle telif ettiği bir manevi ilaçtır.” Lakin biri kalkar da “Hatme-i Hâcegân mevcut haliyle Sünnet’tir.” derse, o zaman Sünnet’te bir bütün olarak olmayan bir şeyi var gibi göstererek bidat işlemiş olur.

Gaye mi, Vasıta mı?
Farklı tarikatlerin Meşâyıhı, umumi esaslarını Sünnet’in tayin ettiği -manevi ilaç hükmünde olan- başka evrad listesi belirledi. Fakat zaman zaman onların silsilelerinde gelen bazı halefler bu tedavi yollarını gaye zannederek, gayeden uzaklaştı. Bu ise onları bidatlere sürükledi. Sünnet’le bid’at arasındaki fasl edici çizgi kayboldu.
Tasavvuftan gaye; yok olmak değil, yolda olmaktır; Nefsi kötülükten arındırmak, onu fedâille donatmaktır. Tasavvuf, kişinin rabbiyle ihsan derecesinde irtibat kurmasıdır. Mürşid ise bu süreçte öğrencilerine rehberlik yapar.
Tasavvuf, “Ey İman edenler! Allah’ı çok zikredin, gündüz başında ve gün sonuna onu tesbih edin.”16 âyetinin müminde tezahür etmesidir. Tasavvuf, tezkiye ile temizlenen nefsi, Allah’ı görür gibi ibadet edebilme makamına yükseltmektir.

Takî Osmanî’nin Teklifi: Şükür ve Dua
Üstad Takî Osmani, sahih bir senetle Allah Rasûlü’ne ﷺ dayanan bir halkaya intisab etme imkanı bulamayanlara, ruhlarının tezkiyesi için şöyle bir menhec önerir:
“Sürekli Allah’a şükretmeli… İnsan kendini ve çevresini düşününce nâmütenâhî nimetler içinde olduğunu farkeder. Soluduğumuz hava ve içtiğimiz su gibi gözümüz, kulağımız, burnumuz da bir nimet. “Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil, -konuşmasına ve yiyip içmesine yardımcı olacak- iki de dudak…”17 Kulakta niçin delik var, dudaklar neden ağza kapı olur? Eğer ağız da kulaklar gibi açık olsaydı, insan yerken, yemeğin suyu dişlerinin arasından akar, hem üzeri perişan olur, hem de mide bulantısından kimse yanında oturmazdı. Rabbimizin ihsanı olan nimetleri tefekkür edip şükrünü îfa etmek, yürekleri Allah’a yaklaştırır. Bu noktada Eşref Ali Tehanevî şöyle demektedir; “Şükrü çok yapmak insanı Şeytan’ın saldırılarından korur. Çünkü Şeytan Cennet’ten kovulduğunda Allah Azze ve Celle’yi, insanlara dört bir yönden gelip onları iğva edeceği yönünde tehdit etmiş, sonunda da, ‘Onların çoğunu şükreden -müminler- olarak bulmazsın.’18 demişti.” İnsana kurulacak en büyük tuzak Allah’ı şükretmekten gafil bırakılması, Rabbi’ne karşı nankörleşmesidir. İnsan ya şükrederek Allah’a ya da şükrü terkederek Şeytan’a yakın olur.
Dua, Eller Avuçta
İkinci olarak insan sürekli dua etmeli, münâcât halinde olmalı… Bu yüzdendir ki İmam Nevevî’nin “el-Ezkâr”ı gibi Allah Rasûlü’nün ﷺ 24 saatini anlatan kitaplar aynı zamanda dua ve niyaz mecmularıdır. Çünkü Allah Rasûlü ﷺ boş bir an geçirmemiş; ya ibadet, ya dua ya davet ya da İslâm devletinin işleriyle alakadar olmuştur.
Dua, kulun her ihtiyacını Rabbi’ne arz etmesidir. Müslüman, madde planında esbaba tevessül eder lakin dayanağı da, sığınağı da Rabbi’dir. Bu yüzden ayakkabısının bağcığını kaybetse, onu da Rabbi’nden ister. Eve girerken, evden çıkarken, arabaya binerken, arabadan inerken Rabbi’nden hayır ve bereketler niyaz eder. Şükür ve dua, insanı eşyanın sihirleyici ortamından kurtarır, sürgün geldiği Cennet’e ve oraya girmesine vesile olan Allah’ın rızasına yaklaştırır.

Hülasa
Müslümanların her namazda okuduğu, Allah Rasûlü’nün de ﷺ hakkında, “Onsuz (Fatiha’sız) namaz (kâmil) olmaz.” buyurduğu “Fatiha”, şükrün ve duanın hülasasıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in mukaddimesi hükmünde olan Fatiha’nın ilk üç âyeti Allah’a hamdi ve şükrü anlatmaktadır. “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım isteriz.” mealindeki âyet-i kerîme ise kulluğun kime olduğunu ilan etmektedir. Son üç âyet ise duadır. Sanki Allah Azze ve Celle Kur’ân’ın hülasası hükmünde olan Fatiha’da şükür ve dua cümlelerini toplayarak müslümanlara seyr-u sülûk yolunu göstermektedir.
Marifeti olmayan ilim vebal, tezkiyesi yapılmayan kalp ise sînede yüktür. İnsan, sürgün geldiği dünyadan kovulduğu Cennet’e, Allah Rasûlü’nün ﷺ talim, terbiye ve tezkiye sistemine maddesi gibi, manasını da teslim ederek ulaşacaktır. Zaman zaman bu yolda “müteşeyyıh”ların ya da “cahil mürşitlerin!” görünmesi, hiç bir şekilde tezkiyenin ya da tasavvufun inkârına sebep olamaz. Tıpkı “mütenebbîler”in nübüvvetin inkârına sebep olamayacağı gibi.
Allah Rasûlü’nün ﷺ gönderiliş gayesi olan tasavvufun/tezkiyenin isnad noktası ne Yunan Felsefesi, ne de Hind Uygarlığı’dır. Tasavvuf, İslâm’ın aşk ve vecd yoludur.

 

Dipnotlar:

1  Tâ Hâ: 114.

2  Bakara: 102.

3  Cum’a: 2; Al-i İmran: 164.

4  Tirmizî, H. No: 2919; ‭ ‬من‭ ‬قرأ‭ ‬حرفا‭ ‬من‭ ‬كتاب‭ ‬الله‭ ‬فله‭ ‬حسنة‭ ‬والحسنة‭ ‬بعشر‭ ‬أمثالها‭ ‬،‭ ‬لا‭ ‬أقول‭ ‬الم‭ ‬حرف‭ ‬،‭ ‬ولكن‭ ‬ألف‭ ‬حرف‭ ‬،‭ ‬ولام‭ ‬حرف‭ ‬،‭ ‬وميم‭ ‬حرف

5  İmam Malik, Muvatta, 490.

6  Nisâ: 61.

7 Sâd:76.

8‭ ‬أَنَّ‭ ‬حَكِيمَ‭ ‬بْنَ‭ ‬حِزَامٍ‭ – ‬رضى‭ ‬الله‭ ‬عنه‭ – ‬قَالَ‭ ‬سَأَلْتُ‭ ‬رَسُولَ‭ ‬اللَّهِ‭ ‬صلى‭ ‬الله‭ ‬عليه‭ ‬وسلم‭ ‬فَأَعْطَانِى‭ ‬،‭ ‬ثُمَّ‭ ‬سَأَلْتُهُ‭ ‬فَأَعْطَانِى‭ ‬،‭ ‬ثُمَّ‭ ‬سَأَلْتُهُ‭ ‬فَأَعْطَانِى‭ ‬ثُمَّ‭ ‬قَالَ‭  ‬يَا‭ ‬حَكِيمُ‭ ‬إِنَّ‭ ‬هَذَا‭ ‬الْمَالَ‭ ‬خَضِرَةٌ‭ ‬حُلْوَةٌ‭ ‬،‭ ‬فَمَنْ‭ ‬أَخَذَهُ‭ ‬بِسَخَاوَةِ‭ ‬نَفْسٍ‭ ‬بُورِكَ‭ ‬لَهُ‭ ‬فِيهِ‭ ‬،‭ ‬وَمَنْ‭ ‬أَخَذَهُ‭ ‬بِإِشْرَافِ‭ ‬نَفْسٍ‭ ‬لَمْ‭ ‬يُبَارَكْ‭ ‬لَهُ‭ ‬فِيهِ‭ ‬كَالَّذِى‭ ‬يَأْكُلُ‭ ‬وَلاَ‭ ‬يَشْبَعُ‭ ‬،‭ ‬الْيَدُ‭ ‬الْعُلْيَا‭ ‬خَيْرٌ‭ ‬مِنَ‭ ‬الْيَدِ‭ ‬السُّفْلَى

9  Buharî, H. No: 1472.

10  Buharî, H. No: 1472.

11  Müslim, H. no: 2750.

12  Tevbe: 119.

13  Faruddin er-Razî, Mefâtihu’l-Gayb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, xvı, 175.

14  Bk. Al-i İmran: 37.

15  Bk. İbrahîm: 1.

16  Ahzâb: 41-42.

17  Beled: 8-9.

18 A’raf: 17.

19  Cum’a: 2; Al-i İmran: 164.

Bu Kiri Büyük Doğu Mecrası Temizler

Okulda, hayatta Allah’tan bahsetmenin yasaklandığı gün; Anadolu, Büyük Doğu Mimarı’nın öncülüğünde muazzam bir fikir ve hareket hamlesine şahit oluyordu. Yalnız başına bir Müslüman bütün küfür yobazlarına meydan okuyor, İslam...

LİSAN ÜZERİNE ALLAH BOYASI’NIN DÖKÜLMESİ: OSMANLICA 

Beş yaşında ilk tahsile İslam harfleriyle başlayan, icazet aldığında ise ibareyi Kahire’deki öğrenciler gibi okuyup-anlayan, İstanbul’da kaleme aldığı tefsiri, Şam’da, Mekke’de ders kitabı olarak okunan bir milletin yüz yıllık...

Şeddeli Yalan Yobazları

CHP Milletvekilinin “Külliyat Kız Okullarında öğrencilere Takdir yerine İslam’ın Kızına belgesi veriliyor.” şeklindeki iddiasının YALAN olduğunu Cumartesi günü mezkür okulda okuyan Kızımın TAKDİR BELGESİNİ yayımlayarak resmetmiştim. Ne var ki...

ANNE

ANNE I. İpekten daha narindi kalbin, Evladın üşürse sen titrerdin. Çocuklarını yüreğinde taşır Biri ah etse sen inlerdin. Hastayım deyince Sanki sen iyi olur, unuturdun bütün dertlerini. Kadın yıkılsa...

Kurban Sünnet mi Vacip mi?

Hanefi mezhebine göre Kurban Bayramı günlerinde kurban kesmek vacip,[1][2] diğer üç mezhepte ise sünnettir.[3] Hanefi mezhebi bu hususta aşağıdaki delillerle istidlal etmektedir: Allah Teala, “Rabbin için namaz kıl ve...

Taksitle Kurban Almak Caiz midir?

İslam, satış akdinin şartlarına uyulması durumunda gerek peşin gerekse de vadeli(müeccel) satışı meşru kabul etmektedir.[1] Kurbanlık hayvan, Allah için kesilmesi cihetiyle bir ibadetin ikamesine vesile olurken, alışverişe konu olması...

İhsan ŞENOCAK YouTube Kanalına Abone Ol