Kur’ân-ı Kerîm’de kelimelerin telaffuzuyla onlara yüklenen mana arasında derin bir ilişki vardır. Arapça’dan bir parça nasibi olanlar bu ilişkiyi anlamakta zorlanmaz. Nitekim bir kulun cehennemden uzaklaştırmasını ifade eden fiilde bir adamı ateşten ya da sudan kurtarma esnasında yaşanılan zorluğu müşahhas bir halde görür gibi olursunuz فمن زحزح عن النار
Kelimelerin terkibinde bu mana vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in anlamını bilmeyen de “فمن زحزح عن النار”yi okuduğunda ateşten bir canlıyı kurtarmak gibi meşakkatli bir ameliye yapıldığını anlar. Çünkü fiilin terkibinde zorluk vardır.
Hudeybiye musalahasına kadar on dokuz yıl İslâm’ı tebliğ eden Allah Rasûlü’nün yanında bin dört yüz sahabi vardı. Musalaha ile yollar açıldı, Medine’ye gelip İslâm’la inşa edilen yeni dünyaya şahit olanlar Müslüman oldu. Risaletin yirmi birinci yılında Allah Rasûlü ﷺ Mekke’yi fethe on bin kişilik bir orduyla gitti. Yirmi üçüncü yılda Veda haccında yüz kırk bin sahabi vardı. On dokuz yılda -Medine’de kalan kadın ve çocuklar dışında- Hudeybiye’ye bin dört yüz kişiyle gelen Allah Rasûlü ﷺ, dört yıl sonra Veda Haccında 140 bin sahabiyle vakfe yaptı. Hudeybiye’ye kadar insanlar -daha çok- teker teker Müslüman olurken Hudeybiye’den sonra fevc fevc İslâm’a girdi. Bu esnada Mina’da nazil olan Nasr Sûresi’nde insanların büyük kalabalıklar halinde suhuletle ihtida ediş kolaylığı kelimelerin terkibine de yansımış, زحزح de nasıl bir zorluk hissediliyorsa وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ في دينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا Nasr Sûresi’nin ikinci ayetinde de o derece kolaylık hissedilmekte -sanki- bir ekrandan kabile kabile insanların İslâm’a girişleri seyredilmektedir.
Allah Teâlâ’nın bütün mahlukatın rızkını tekeffül ettiğini haber veren ayet-i kerimedeki مَا “nafiye”, zaid olan مِن “istiğrak”, دَابَّةٍ “kımıldayan canlı” anlamındadır. İstisna edatı olan إِلَّا’dan sonra ise anlam müsbete dönmektedir. Buna göre ayetin manası “Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın!” şeklinde olur. Nafiye olan “mâ”dan sonra “illa” gelince ayet “hasır” ifade eder. Buna göre bütün canlıların her nevi ihtiyacının Allah Teâlâ’ya ait olduğu ortaya çıkmaktadır. Kurttan balığa, kuştan file kadar bütün canlıların rızkını o tekeffül etmektedir. Eğer ayetten “ma”yı ve “illa”yı çıkarırsanız cümle olumlu olur; lakin vurguyu yani ayetin Kur’ân olma özelliğini kaybedersiniz.
Bunun bir tezahürü olarak bahar geldiğinde bütün ağaçlar, çiçekler sanki gaipten gelen bir emirle harekete geçen bir ordu gibi yeşerir. Hepsi farklı şekil ve surette büyüyüp olgunlaşır. Bir armut ağacı, elma ağacının çiçeğini vermez. Portakal, nar elma ya da kiraz olmaz. Hiçbir meyve mevsimini, hiçbir bitki kıvamını bulurken zorlanmaz. Eğer bütün bu sistemi yöneten bir yaratıcı, bir rızık verici olmasaydı bu nizam olur muydu?!
Fatiha Sûresi’nde إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ayet-i kerimesinde hitaba delalet eden كَ ile birlikte gelen إِيَّا mensub munfasıl zamiri, hasr ifade etmesi için amili olan نَعْبُدُ dan önce zikredilmiştir. Buna göre mana yalnız sana ibadet eder, yalnız seni tazim eder, büyük bir teslimiyetle ancak sana baş eğeriz, demek olur. Aynı durum yardımın yalnız Allah Azze ve Celle’den niyaz edilmesini ifade buyurması için وإِيَّاكَ نَسْتَعِين de de söz konusudur. Buna göre وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’nin anlamı, ibadetimizi îfâ, din ve dünyamızla alakalı bütün amelleri eda noktasında başkasından değil, yalnız senden yardım isteriz Ya Rabbi, şeklinde olur.
İbadet; yaratan, yöneten, rızık veren olması hasebiyle kulun en üst perdeden Allah Azze ve Celle’ye baş eğmesi ve takatinin son noktasına ulaşacak bir şekilde O’nu ta’zim etmesidir. Bu da yalnız O’na ibadet etmek ve yalnız ondan yardım istemekle mümkündür. Bu manada, meful olan إِيَّاكَ, amili olan نَعْبُدُ’dan önce zikredilince ortaya çıkıyor. Eğer ayet نَعْبُدُ إِيَّاكَ şeklinde olsaydı mana: “Sana ibadet ederiz.” lakin daraldığımızda ya da keyfimiz bizi farklı bir yöne sevk ettiğinde başkalarına da ibadet ederiz şeklinde olurdu. Bu da Kur’ân olmaz, ne icazı kalır ne de insana tesir ederdi. İnsanlar, Allah Teâlâ’nın huzurunda da eğilir, ilahlaştırdıkları putların önünde de. Allah-u Ekber’i sadece söz planında söyler, amel planında menfaati kimi yüceltmeyi gerektiriyorsa onu tazim ederdi. Fatiha’da إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ayetini okuyan Mü’minler en zor zamanlarda canlarıyla bedel ödemeleri söz konusu olduğunda da tereddüt etmemiş, hükümdarın önünde eğilmeye zorlanan İmam-ı Rabbani gibi “Şimdiye kadar Allah’tan başka kimseye secde etmedim, bundan sonra da asla etmeyeceğim.” der.
Kur’ân-ı Kerîm’in İnsan Üzerindeki Tesiri
Kur’ân-ı Kerîm’in her kelimesi, her ayeti onun Allah Azze ve Celle’ye ait olduğuna şahadet etmektedir. Beşeriyet üzerinde hiçbir kitap onun kadar tesirli olmadı. Dinleyenleri bir âlemden başka bir âleme alıp götürdü. Kızları “Meryem” gibi iffetli, gençleri de “Yusuf” gibi hayalı yaptı. Mü’min yüreklerden korkuları aldı, yerine şecaat ve cesaret koydu.
“İslâm Gavur Olmaya Müsaade Etmez”
27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen, Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilince Bekir Hâki Efendi 15 Haziran 1960’ta vekâleten, on beş gün sonra da asaleten onun yerine İstanbul Müftüsü tayin edildi. Fakat makamına gelen dönemin İstanbul Valisi Orgeneral Refik Tulga ile arasında ezanın Türkçe okunması konusunda sert bir tartışma yaşandı. Vali Tulga: “Hocam size muhabbetimin olduğunu bilirsiniz. Malumunuz olduğu üzere 1950’den önceden ezanlar Türkçe okunmaktaydı. Herkes minarede ezan okunurken ne söylendiğini biliyordu. Tekrar ezan Arapça ifadelerle okunmaya başlayınca millet söyleneni anlamaz oldu. Şimdi yeniden imamlara bir yazı yazın, emir verin de ezanlar Türkçe okunsun.” der. Bekir Hâki Efendi: “Ben İstanbul Müftüsü olarak böyle bir emir veremem. Müstakil bir müessesenin amiri değil, Diyanet’e bağlıyım. Böyle bir emir ancak merkezden Ankara’dan çıkar.” der. Bunun üzerine Vali: “Benim nazarımda İstanbul Müftüsü, Diyanet İşleri Başkanı ayarındadır. Sen bu emri ver, uygulatması bana ait.” der. Vali Bekir Hâki Efendi’ye baskı yapmaya başlayınca Bekir Hâki Efendi şöyle karşılık verir: “Siz askersiniz, askeriye ile alakalı meseleleri bilirsiniz. Doğrudan İslamiyet’e taalluk eden ezan gibi meselelere karışmayın.”
Bu defa tavır değişen Vali, “Ezan Türkçe okunacak!” diye emir sigasıyla Bekir Hâki Efendi’ye talimat verir. Hâki Efendi, “Benim dinim aç kalan birinin zaruret halinde ölmeyecek kadar domuz eti yemesine, susuzluktan ölecek birinin içecek bir şey bulamaması durumunda ölmeyecek kadar içki içmesine müsaade eder. Lakin gavur olmaya, İslâm’a ihanet etmeye müsaade etmez.” der. Bu tartışma üzerine Bekir Hâki Efendi 2 Mayıs 1961’de görevinden alınarak İstanbul Müftülüğü raportörlüğüne getirildi. Ağustos 1961’den itibaren Şehzadebaşı ve Fatih camilerinde verdiği vaazlar büyük ilgi gördü. Bekir Hâki Efendi’nin İstanbul Müftülüğü vazifesi dair her şeyi terk etmeyi göze alarak dönemin ihtilal valisine “Ben gavur olmam!” diyerek ezana müdahale etmenin gavurluk olduğunu söylemesi إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ayet-i kerimesinden aldığı ilhamın bir tezahürüdür.
Müşrik Bir Doktor ve Mü’min bir Hasta
Ebu’l-Hasan en-Nedvî, el-Erkânu’l-Erbea adlı eserinde namazın, namazda okunan ayetlerin ve duaların kul üzerindeki tesiri bağlamında şöyle bir hadise anlatır:
Hindistan’da İngilizler’e ve Sihler’e karşı verilen mücadelede önemli rol oynayan Sihler’e ve İngilizler’e karşı cihad eden Tarîkat-ı Muhammediyye hareketinin kurucusu ve İslâm Devleti’nin müessisi Ahmed Şehid olarak bilinen Seyyid Ahmed b. Muhammed İrfân’ın (1831) arkadaşı ve sohbetinde bulunmuş bir dostu bir keresinde Müslüman bir doktorun yanına gitti. Şeyh hem çok yaşlıydı hem de hastalık kendisini bitkin düşürmüştü. Doktor da uzaktaydı. Büyük bir gayret sarf ettikten ve ayakları üzerinde yürümek onu yorduktan sonra doktora ulaşabildi ve uzun süre doktorun çıkmasını bekledi. Uzun ve yorucu bir bekleyişten sonra doktor çıkınca muhtevası Allah Teâlâ’dan başkasını tazim etmek olan bidat bir ibadete yöneldi. Yaşlı âlim doktorun bu hareketini görür görmez talebesine hemen oradan ayrılmaları gerektiğini söyledi ve hemen ayrıldılar. Talebesi yolda: “Bu kadar zahmete katlandıktan sonra oraya ulaştınız, onu bu kadar uzun müddet beklediniz ve çıkıp gelince de ayrılıp geri gidiyorsunuz, hacetinizi de gidermediniz, ben böyle bir gün görmedim.” deyince ona şöyle cevap verdi: “Allah seni mükafatlandırsın. Görmedin mi onu? Allah’a isyan etmekte ve ona ortak koşmaktadır.” Talebesi: “Bizim onun sanatına ve yeteneğine ihtiyacımız var, onun dalaleti ve düşüklüğünden kendisi sorumludur.” deyince, ona şöyle cevap verdi: “Allah sana akıl fikir versin. Eğer ben bu harekete sessiz kalıp ondan yardım alsaydım geceleyin Rabbimin huzuruna hangi yüzle çıkıp namaz kılar ve vitir namazının kunutunda ونخلع ونترك من يفجرك /Sana baş kaldıran, senin emirlerini ve çizdiğin sınırları çiğneyenleri bırakır, onlardan ayrılırız Ya Rabbi! diyebilirdim?”
Kur’ân-ı Kerîm’in her ayetinde ayrı sırlar var. Fatiha’daki إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ayet-i celilesini okuyan Mü’minler öylesine muhkem çelikten bir iman kalesine sahip olur ki İblis’in okları onlara mübah olan mevzuda da isabet edemez. Ahmed Şehid’in ardaşı olan Şeyh, İslâm’ın cevaz verdiği bir hususta dahi “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” ayetinin bir gereği olarak şirke bulaşan bir hekim vasıtasıyla şifa bulmayı kulluğa ihanet kabul ediyor, uzun mesafeleri yaya yürüyerek kat etmesine rağmen geri dönüyor.
Önceki Peygamberlerin işaret ettiği “Bu Kitab”ın ihtiva ettiği mucizeler göstermektedir ki Allah rızasını kaybetmekten sakınanlar/muttakiler için yalnız o hidayet rehberi هدى للمتقين olabilir. Muttaki olmak dünyada sahâbe yoluna girmek, onların izinde yürümektir. Bir sonraki yazıda muttakilerin sıfatlarını tahlil edeceğiz.