Search
Close this search box.

Reisü’l-Kurra Mehmet Rüştü Aşıkkutlu (1901-1980)

Birkaç Söz


Allah Teâlâ “seçkin kulları”[ref]Neml (27), 59.[/ref] vasıtasıyla insanları İslâm’a davet etti, cenneti gösterip müjdeledi, azabı hatırlatıp uyardı. Bu “seçkin kullar” silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) de, peygamber selefleri gibi insanların önüne geçip onlara cennetin ufuklarını gösterdi. Yaşayan ve yaşayacak insanların gözlerine ve gönüllerine hitap eden bir “üsve-i hasene/en güzel örnek” olarak vazifesini kâmil manada ifa etti.

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) aydınlattığı ufku zaman zaman kara bulutlar kapladı. Fakat en “seçkin kulun” ümmetine dâhil olma bahtiyarlığına eren “Kitab’ın vârisi bazı seçkin kullar”[ref]Fâtır (35), 32.[/ref] , bu kara bulutlar arasından cennete uzanan yolda gerektiğinde canları ve malları pahasına birer kandil oldular. Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanebel (rahimehumullah) gibi ilmiyle âmil imamlar, ilimleri yanında diğergam duruşlarıyla Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve selem)’e vâris, bu ümmete selef olmanın gereğini yerine getirdiler; Saf ve berrak haliyle İslâmî düşüncenin tabii mecrasında akıp gitmesine öncü oldular. Meşşâî ve Batinî hareketlerin zihinleri bulandırdığı bir zamanda mevcut ilmî ve fikrî problemleri çözerek İslamî düşünceyi tasalluttan kurtaran İmam Gazzalî de bu “seçkin kullar” kervanına katıldı. Bu gerçek, kendisine verilen “Huccetü’l-İslam” payesiyle de tevsik edildi.

Dinî değerlerin hayattan tecrit edilmeye çalışıldığı, bu çerçevede İslamî ilimlerle meşgul olanların aşağılandığı bir devirde ise İmam Rabbânî hazretleri zuhur etti. O, “ortada sahipsiz kalan şu şer’î ilimlere sahip çıkın” çağrısı ile Müslümanlar üzerinde o derece etkili oldu ki, İslamî ilimleri tahsil etmeye yönelen nesiller, kısa zamanda ilimde yükselmekle kalmayıp kurulu düzenleri İslam’a göre yeniden şekillendirmede de rehberlik görevi yaptılar.

Kısaca, İslâm’a yönelen tehditler hangi noktalarda yoğunlaşmışsa Allah Teâlâ kendi izniyle hayırda yarışan “seçkin kullarını” bu tehditleri etkisiz hale getirip ortadan kaldıracak vasıflarla donatarak her birine farklı bir hizmet alanı nasip etti.

Bilindiği gibi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren İslamî ilimlerin öğrenimi ve öğretimine karşı takınılan olumsuz tavır, zaman içinde Kur’an’ı öğrenme ve öğretme faaliyetlerine getirilen ciddî kısıtlamalarla o derece dayanılmaz bir hal aldı ki, baskıcı ve dayatmacı icraatlar, milleti çocuklarına Kur’an öğretebilmek için ahırları medrese olarak kullanmaya mecbur etti. “Allah” demenin neredeyse suç sayıldığı, Kur’an-ı Kerim okutanların takiplerle, baskılarla hatta hapislerle yıldırılmak istendiği böyle bir dönemde, millet dinî eğitimden o derece yoksun kaldı ki, insanlar ölen bir yakınını defnedebilmek için “Subhaneke”yi doğru-dürüst okuyabilecek imam bulamaz hale geldi. İşte böyle bir ortamda Allah Teâlâ, Of’un Uğurlu (eski ismiyle Çıfaruksa) beldesinde Kur’an-ı Kerim’i bütün kırâat vecihleriyle bilen, okuyan ve bu milletin istekli çocuklarına da öğretip okutan bir âlim kulunu “Kur’an ve ilim hâdimi” seçti, yeniden umutların yeşermesine vesile kıldı.

Kur’an hizmeti için seçilen bu ”nasipli” beldenin bir dağ köyü olması, Allah Resûlü’ne ilk vahyin Hira dağında gelip İslam nurunun bu dağdan dünyayı aydınlatmaya başlaması ile kıyas edildiğinde, hizmete farklı bir anlam kazandırmaktadır. İslamî ilimlerde adeta bir fetretin yaşandığı bu dönemde Uğurlu bir Kur’an-ı Kerîm eğitim-öğretim üssü oldu. Civar bölge ve beldelerden Mekke’ye gelip İslâm’ı ve Kur’an’ı öğrenenler gibi Anadolu’nun muhtelif yerlerinden yola çıkan Kur’an ve ilim aşığı talebeler de Of’un yollarını tuttular, Uğurlu’ya koştular ve merhum üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun rahle-i tedrisinde halka halka oldular, Kur’anî ilimleri tahsil ettiler

İlmî Nesebi


Eğitimde aslolan ilmin müşâfehe yoluyla yani âlimlerden bizzat işitilerek alınmasıdır. Aksi takdirde ilim -belki bazı konularda bilgi sahibi olmalarına rağmen- “zarûriyyât-ı diniyye”den habersiz, ilmî emanet ve ehliyetten yoksun insanların elinde oyuncak olur. Böylece yarım hoca diye tabir edilebilecek kimseler, insanların dimağlarına ilim diye cehaleti zerk ederler. Bu nedenle, tıpkı insanların nesebleriyle bilindiği ve neseblerin meşruiyeti “nikâh”la korunduğu gibi, ilimde de neseb sistemi vardır ve meşruiyeti “icazet” ile kayıt altına alınır. Bir hocanın muciz (icazet veren) olabilmesi için mücâz (icazet almış) olması gerekir. Hele bu ilmin konusu Kur’an-ı Kerim olursa icazetin önemi daha da artar. Çünkü Kur’an, tilâvetiyle ibadet olunan “vahy-i metlüvv” bir kitaptır ve anlamı bozulacak şekilde okunması ibadeti ifsad eder. Bu ise insanı, yaratılışının gereğini hakkıyla ifa etmekten alıkoyar. Bu nedenle eski âlimlerimiz, “la te’huzi’l-Kur’an min mushafiyyin” (Kur’an’ı kendiliğinden öğrenenlerden almayınız.) buyurmuşlardır.

Hal tercemesi Hocamız, 1901 yılında Of’un Uğurlu Beldesinde dünyaya geldi. İlk tahsilini, 40 yıl dönemin Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bünyesinde öğretmen olarak hizmet veren babası Ahmet Cemaleddin Efendi’den yaptı. Hafızlığını köyünde yaptıktan sonra, Arapça ve İslamî ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü yine köyünde, yörenin meşhur âlimlerinden Çalıkzade Tahir Efendi (v. 1924), Kâsımzâde Hasan Efendi ve İstanbul Dârulfünûn dersiâmlarından “Çalekli Hacı Dursun Efendi” diye bilinen Dursun Feyzî Güven’den (v. 1977) yaptı. Vârisler arasında mal taksimini ve verâset intikalini konu edinen Ferâiz İlmi’ni Uğurlu’da otuz yıl müderrislik yapan Paçanlı Bakkalzâde İsmail Efendi’den öğrenip icazet aldı. İmtihanla köyündeki Dâru’l-Hilâfe medresesinin dördüncü sınıfına kaydoldu. Altıncı sınıftayken Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birlikte medreseler lağvedilince, yarıda kalan tahsilini yukarıda mezkûr Dursun Efendi’den özel olarak Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid, Kelâm ve Meânî gibi dersleri okuyarak ikmal etti.

Merhum Üstad 1930 yılında İstanbul’a giderek Sirozlu Hacı Hafız Ahmed Şükrü (v. 1932) ve bu zatın “kesik bacaklı” lakabıyla tanınan yeğeni Hafız İsmail Hakkı Bayri (v. 1972) ile Varnalıhocazâde Hafız Ahmed Hamdi hocaefendilerden Aşere-Takrib ve Tayyibe ilimlerini okuyup icazet aldı. 1932 yılında Of’a, köyüne döndü ve Of müftülüğünün şifahi izni ile Kur’an tedrisatına başladı. Bu izin, 1936 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir belgeyle resmiyet kazandı. Bu belgeye dayanılarak açılan Kur’an kursunda talim, tashîh-i hurûf ve mehâric dersleri verdi, çok sayıda hâfız yetiştirdi. Bunlar arasında durumu müsait, istekli ve kabiliyetli olanlara Aşere-Takrib ve Tayyibe dersleri okuttu. Bununla da yetinmeyip Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid gibi “âli” ilimler ile Sarf-Nahiv gibi âlet ilimlerine dair ders halkları oluşturdu. Ayrıca, Ferâiz İlmi’ne derin vukufiyetinden dolayı bu alanda haklı bir şöhret kazandı. Bu durum, özellikle 1950’li yıllarda yapılan müftülük ve vaizlik sınavlarında Ferâiz konusunda çokça soru sorulması sebebiyle bu alanda vazife yapmak isteyen birçok adayın yine onun rahle-i tedrisinden geçmesine vesile oldu.

Diğer taraftan merhum Aşıkkutlu hocamız on yıllarca Of’ta vaaz ve irşad hizmetinde bulundu. 1941 yılında Ahmet Hamdi Akseki imzasını taşıyan bir yazıyla atandığı Of vaizliği görevine 1976 yılında bu görevden emekliye ayrılmasına kadar devam etti.

Merhum Aşıkkutlu, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1968 yılında Türkiye’de ilk defa açılan Aşere-Takrib ve Tayyibe İhtisas Kursu’nu kendi gayretleri ve köylüsünün katkılarıyla Uğurlu’da başarıyla gerçekleştirdi. 1974-1975 yıllarında Ankara’da, 1976-1979 yılları arasında İstanbul Haseki Eğitim Merkezi’nde açılan benzer ihtisas kurslarında Aşere-Takrîb ve Tayyibe dersleri okuttu. Ömrünün sonuna kadar İslâm ve Kur’an hizmetine devam etmeye azmeden üstadımız, İstanbul-Haseki’deki Kırâat ihtisas kursunda yeni bir dönemin hazırlıkları ile meşgul iken 28 Ağustos 1980 Perşembe günü tedavi maksadıyla Trabzon’dan İstanbul’a götürülürken uçakta rahmet-i rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin.

Merhum Aşıkkutlu, başta Kırâat ilmi olmak üzere -okuttuğu- gerek âlet ilimlerin gerekse âli ilimlerin icâzetini zamanının ehil hocalarından almış “mücâz” bir üstad idi. Bu icazet yetkisine dayanarak sayısı binlerle ifade edilen talebelerinden hak edenlere derecelerine göre kurs diploması veya icâzetnâme vermiştir. Özellikle Kur’an kırâatinde mahir olan bu diplomalı veya icâzetli talebeler, Kur’an okuma ve okutmada ciddî sıkıntı yaşandığı dönemde ve sonrasında tilâvetin hakkını vererek güzel Kur’an okuyan birer “fem-i muhsin” hocalar olarak ülkenin dört bir tarafında sessiz sedasız büyük hizmetler ifa ettiler; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve selem)’den asrımıza kadar devam eden Kur’an kırâatini doğru bir şekilde hafızalara nakşederek günümüze taşıdılar.

İlmî Veraseti


Cenâb-ı Hakk “seçtiği kullarını Kitab’a (Kur’an’a) varis kıldı.”[ref]Fatır (35 ): 32.[/ref] Hayırda yarışan bu kullar, ömür boyu Kur’an’a nasıl daha iyi hizmet edebiliriz, mücadelesi içinde oldular. Bunu yaparken de bütün bir insanlığa Kur’an’ı öğretmekle memur kılınan Allah Resulü’nü kılavuz edindiler, O’nun talim ve terbiye usulü neyi, nasıl gerektiriyorsa, onu benimseyip tatbik ettiler.

Hz. Aişe’ye (radıyallahu anha) Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda; “Onun ahlâkı Kur’an’dı.” buyurmuştu. Allah Teâlâ’nın Kur’an’a dolayısıyla da Sünnet’e varis kıldığı o ulu hocaların ahlâkının da Kur’an’a uygun olması gerekirdi. Çünkü onlardan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem)’in siretinde “fena” olup ondaki güzel vasıflarda “beka” bulmaları beklenirdi. Merhum Aşıkkutlu hocamızın hayatına bakıldığında da, gerçekten onun Kur’an’la bütünleştiği ve Allah Teâlâ’nın Kur’an’a varis kıldığı kullar arasında olmayı hak ettiği görülmektedir. Burada merhum Aşıkkutlu’nun Allah Resulü’nün eğitici ve öğretici vasıflarıyla nasıl bütünleştiğini, bu bütünleşmenin neticesinde ne derece Hz. Peygamber (aleyhisselam)’e varis olmayı hak ettiğini 1952 yılından 1960’a kadar yanında kalmış bir talebesi olan Kamil Şenocak Hocaefendi ile ilgili bazı hatıralardan hareketle tesbit etmeye çalışacağız.[ref]Yazıya katkıda bulunan Merhum Üstad Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni Emin Aşıkkutlu Bey’e teşekkür ederiz.[/ref]

Talebeleriyle Münasebeti ve Onlar Üzerindeki Etkisi


Malumdur ki, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Suffe’deki ilim âşıklarını yakından takip eder, bazen akşam yemeklerinde onları ashab arasında taksim eder, geriye kalanları ise bizzat kendisi alıp evine götürürdü.

Benzer bir durum Uğurlu’da da vardı. Çünkü Merhum Üstad’ın talebeyle münasebeti bu sünnete muvafıktı. Köyde yatakhanesi, yemekhanesi olan düzenli bir kurs yoktu. Zaten o yıllarda böyle bir kurs tesis etmeye ne şartlar ne de imkânlar müsaitti. Fakat bu durum öğrenciler için çok da önemli değildi. Çünkü Üstad’ın onlara karşı yakın alâkası, sıkıntılarıyla bizzat ilgilenmesi, uzaktan gelenlerin memleket hasretini onlarla şakalaşarak gidermesi öğrencilerin zor şartlarda rahat etmelerini temin ederdi.

Hocaefendi, okumaya gelen talebelere, barınmaları için öncelikle kendi evini açardı. Öğrenci sayısı fazla olduğundan ev yeterli olmaz, gelenlerin önemli bir kısmı köydeki boş ev ve odalarda veya durumu müsait olan ailelerin yanlarında kalırlardı. Hocaefendi imkânı nisbetinde buralardaki talebelerin iaşe ve ibatesine bizzat yardımcı olurdu. Evinde ekmek ve yemek pişirir, talebeye meccanen ikram ederdi.

1940’lı yıllarda yaşanan kıtlık döneminde, ekmek yapmak için un bulmak güç hale gelince millet, mısırı koçanı ile birlikte öğütür öyle ekmek yapardı. Hocaefendi bu zor şartlar altında bile ekmeğini talebeleriyle paylaşmaktan asla kaçınmazdı.

Bu kıtlık zamanında bir gün bir talebe medreseye bir kilometre kadar uzaklıkta bulunan Hocaefendi’nin evine ekmek almak için gider. Ekmeği alıp evden çıkarken mahalle sakinlerinden birisi kapıdan içeri girer ve Hocaefendi’ye; “Hocaefendi! Kendi köyünün çocukları aç dururken bu ekmeği öğrencilere nasıl verirsin.” der. Bunun üzerine Hocaefendi, hanımı Ayşe Anne’ye çuvalda kalan unu gelen kişiye vermesini söyler. Fakat hanımı, kıtlık sebebiyle bu emri yerine getirmede isteksiz davranır. Hocaefendi ikinci defa çuvaldaki unu vermesini söyler. Bunun üzerine Ayşe Anne Hocaefendi’nin talebini yerine getirir. Köylü aldığı unla evden ayrılmamıştı ki, kapıdan içeriye elinde zarf olan birisi girer. Hocaefendi zarfı açar bakar ki, köye bir saat kadar mesafedeki Taşhanpazarı nahiyesinden bir esnaf, şu notu göndermiştir: “Hocaefendi, Bafra’dan zati alinize bir çuval un geldi.Yed-i emin birisini gönderin de çuvalı gelsin alsın.” Hocaefendi bu kez hanımına döner ve “Eğer o unu verirken zorlanmasaydın, belki de iki çuval un gelecekti” der. İşte Allah (azze ve celle), merhum hocamızın Kur’an’a ve İslâm’a hizmetteki ihlâs ve samimiyeti sebebiyle Of’un dağında Kur’anî ilimler tahsil eden talebeleri yemeksiz, ekmeksiz bırakmadı. Zor şartlarda Kur’an okuyanları koruyup, muhtaç oldukları aşı-ekmeği çeşitli vesilelerle onlara ihsan etti.

Merhum Üstadımızın öğrencileri, ondan gördükleri bu sıcak ilgi ve sevgiden dolayı, olumsuz bir durum sebebiyle Hocaefendi’nin huzuruna çıkmaktan büyük hicap duyar ve şiddetle kaçınırdı. Öyle ki, oyun oynarken bile onunla karşı karşıya gelmeyi mahcubiyet sebebi sayar, bu nedenle oyun mahalline onun gelişini haber vermek üzere nöbetçi dikerlerdi. O ise, öğrencilerin yaşları veya öğrencilik gereği yaptıkları hata ve yaramazlıkları anlayışla karşılardı. Bununla birlikte talebeler içinde zaman zaman çok tembellik yapıp dersini ihmal eden veya ciddî yaramazlıklar yapanları ikaz ederdi. Uyarılan öğrenciler aynı şeyleri tekrar yapınca yine ikazda bulunur, bütün bunlara rağmen talebe tembellik ve yaramazlıkta ısrar ederse, asla onu dövmez, fakat ona, “Sen memleketine dön; sana bu kadar okumak yeter. Ailenin işlerine yardım edersin veya baban seni başka bir mesleğe versin. Senin yerine de başka bir öğrenci alalım.” derdi. Mecbur edildiğinde ise sözlü hafif azarlamalarla yetinirdi. Bu tür ikazlar öğrenci için dayaktan çok daha tesirli olurdu. Öğrenciyi geri gönderirken dahi ona lütufkâr davranır; böylece onun içinde hocasının şahsında hocalara, dolayısıyla da dine karşı oluşabilecek muhtemel kin ve nefretin önüne geçerdi.

Kur’an-ı Kerîm’in Okunması ve Anlaşılmasına Verdiği Önem


Hocaefendi dersle ilgilenirken adeta dünyadan kopar, bütün dikkatini ilme verirdi. Gün boyu okutmakla meşgul olduğu Kur’an, gece rüyalarına da girerdi. Bazen onunla aynı odayı paylaşan Kamil Hocaefendi, Üstad’ın Kur’an’la olan münasebetine dair şu hatırasını anlatır: “Hocamız gündüz talim üzere okuttuğu ayetleri bazen rüyasında derste okuttuğu gibi okurdu. Mesela bir gece rüyasında ‘Hicr Sûresi’nden on beş ayet tilâvet etmişti. Sabah olunca kendisine ‘Hocam! Gece falanca sûreyi okuyordunuz’ dediğimde, mütevazı bir şekilde ‘İnsan gündüz ne ile meşgul olursa, gece rüyasında da onunla uğraşır.’ demişti.”

İlginçtir ki, merhum Aşıkkutlu’nun bu rüyada okuduğu sahifedeki bir ayette, Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.”

Kur’an’ın 114 sûre içinden Hicr sûresinin 9. ayetinin okunmasının herhalde bir anlamı vardı. Adeta Üstad Merhum rüyadaki bu tilavetiyle, “acaba bu sıkıntılı günler aşılır mı?” diyen talebelerine, Kur’an’ın Allah Azze ve Celle’nin koruması altında olduğunu ve ezelden ebede kadar korunaklı muhkem bir kale gibi ayakta kalacağını ve sığınanları dalâletten koruyacağını haykırıyordu.

Aşıkkutlu merhum, Kur’an-ı Kerîm’in doğru okunmasına olduğu gibi, anlaşılmasına da ziyadesiyle önem verirdi. Aşere-Takrib ve Tayyibe tedrisinin yanı sıra, diğer İslamî dersleri de okuturdu. Kur’an’ı okuyup anlama konusunda derin bir vukûfiyete sahipti. İmam-Hatiplik görevini yürüttüğü Uğurlu Merkez Camii’nde, âdeti olduğu üzere Cuma günleri Cuma namazından önce hafızlara aşr-ı şerifler okutur, en son okuyan talebenin tilavet ettiği ayetleri hiçbir esere bakmadan tefsir eder, onlardan hareketle cemaate va’z u nasihatte bulunurdu.

Bir hac yolculuğunda Mekke’de şöyle bir hadise vuku bulur: Hocaefendi, talebeleri Kamil Şenocak ve Mustafa Kılıç Hocalarla birlikte, Kırâat ilmine dair “İthâf” adlı bir kitabı almak için bir kitapçıya girer. Kitapçıya hangi amaçla geldiklerini söylediğinde adam şöyle der:

  • “Aradığınız kitap bizde mevcuttur; fiyatı ise 50 riyaldir. Yalnız siz Türkler’e hayret ettiğimi bildirmek isterim. Gelen-giden kırâat kitabı soruyor. Kur’an’ın tilâvetiyle uğraştığınız kadar niçin tefsiriyle meşgul olmuyorsunuz?”

Hocaefendi gayet vakur bir şekilde:

  • Efendim! Biz tefsir de okuruz.
  • O halde açacağım bir sahifeyi tefsir edin de göreyim. Hem tefsir etmede muvaffak olursanız kitapları size 30 riyalden vereceğim.
  • Peki, aç bakalım.

Dükkân sahibinin açtığı yer Âl-i İmran Sûresi’nin ikinci sahifesidir. Muhterem Üstad “İnnellezîne keferû len tuğniye anhum…”[ref]Âl-i İmran [/ref][ref]Fatır (35 ): 32.: 10-15.[/ref] diye başlayan sahifeyi okuyup ortasına kadar tefsir eder. Hem öyle ki, tefsir ettiği her kelimede birkaç mesele izah eder.

Şaşkınlığını gizleyemeyen kitapçı:

  • “Efendim siz büyük bir âlimsiniz. Üçünüzün kitaplarını da otuzar riyale indirdim. Fakat yanınızdaki talebeleriniz de tefsir edebilirlerse fiyatı daha da indireceğim.” der.
  • Bunun üzerine Kamil Efendi, “zuyyine linnâsi…” diye başlayan ayeti tefsir eder. Kitapçı, fiyatı 20 riyale indirir. Mustafa Efendi de son ayeti izah edince adam kitapları 10 riyale düşürür.

Böylece Hocaefendi ve talebeleri kitapları onar riyal ödeyerek satın alırlar.

Sabır ve Tahammülü


Merhum Üstad, sakin ve sabırlı bir mizaca sahipti. Öğrencilere karşı gösterdiği sabır ve tahammülü başkalarından da esirgemezdi. Ders esnasında yanına gelip oturan, hatta bazen yatan köylülere hoşgörü ile muamele eder, onların olur olmaz, yerli yersiz itirazlarına kızmadan, sabırla karşılık verirdi.

Hocaefendi, kitap bitirme esasına dayalı olan medrese usûlüne göre ders verir, malum kitapları sırasına göre okuturdu. Bir gün, bu eserler arasında önemli bir yere sahip olan Birgivî’nin İzhar isimli nahiv kitabından “Zeydun kaimun/Zeyd ayaktadır.” örnek cümlesi çerçevesinde mübteda ve haber bahsini anlatırken, zaman zaman yanında oturan ve bu örneği ezberleyen bir köylü, “Yahu hocam, bu Zeyd hep ayakta mı durur, hiç oturmaz mı” deyince, merhum üstad, “Evet efendi; bizim Zeyd bu meselede hep ayakta durarak vazife görür.” der.[ref]Erbabına malumdur ki, bir mesele anlatılırken verilen örnekler genelde aynı ya da birbirine yakın olur ki, bu örnekler kolay ezberlensin, böylece anlatılan mesele rahat anlaşılsın.[/ref]

Yine merhum Hocaefendi, Haseki’de Kırâat dersi okuttuğu yıllarda bir gün Fatih’te İsmailağa Camii’ne, talebesi Muhterem Mahmut Efendi’yi ziyarete gider. Şadırvanda rastladığı bir derviş, Hocaefendi’ye, sakalın fazileti ve nasıl olması gerektiğinden bahseder, sakalının kısa olması hasebiyle de onu azarlar. Hocaefendi bu cahil dervişe kızmak şöyle dursun onu tasdik eder mahiyette, “Efendi doğru söylüyorsun, sakal dediğin gibi olmalıdır” der. Sonra bu derviş camiye girer ve Muhterem Mahmut Efendi’nin ders halkasına oturur. Bir müddet sonra merhum üstadın geldiği Mahmut Efendi’ye haber verilir, hemen ayağa kalkar, büyük bir hürmetle hocasını karşılar, elini öper ve oturduğu yeri ona takdim eder. Bu duruma hayretle şahit olan derviş, Mahmut Efendi’nin karşıladığı, elini öpüp yer verdiği kişinin şadırvanda azarladığı şahıs olduğunu anlayınca utancından ne yapacağını bilemez. Namazdan sonra Hocaefendi’nin yanına yaklaşır, elini öper ve kendisini affetmesini istirham eder. Merhum Üstad bir baba şefkatiyle, “Efendi, söyledikleriniz doğru idi; sakalım uzun olsa daha iyi olurdu.” diye mukabelede bulur.

Hakkında Talebelerinin Şehadeti


Merhum Aşıkkutlu hocamız, Peygamber ahlâkını hayatına hâkim kılan bir ilim adamıydı. Ömrü boyunca, zor şartlar altında yılmadan, yıkılmadan Kur’an-ı Kerîm hizmetine devam etti; Allah Teâlâ’nın kitabına varis oldu ve varis olacak binlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerin her biri, onun nasıl bir âlim olduğunun şahididir. Onların hizmet ve himmeti üstadın kadr ü kıymetine ve manevi makamına işaret etmektedir.

Onun İslâm ve Kur’an uğruna yaptığı hizmetlerin önemine dikkat çeken muhterem Mahmud Efendi, hakkında şunları söylemektedir: “Biz ona öğrenci olmakla şereflendiğimizde hafızdık, ama Kur’an-ı Kerîm nasıl okunur, doğru dürüst bilmiyorduk. O yetişinceye kadar birçok hafız “ve in yesteğîsû yuğâsû”yü “ve in yesteğîşû yuğâşû” diye, yani “peltek se” harfini “şin” olarak okurdu. Hafızlar, Kur’an-ı Kerîm’i bihakkın doğru okumayı ondan öğrendi. Onun üzerimizde büyük emeği vardır.”

Muhterem Mahmud Efendi devamla şöyle demektedir: “Vefatından sonra bir gece onu rüyamda gördüm, başında büyük bir sarık, üzerinde Osmanlı cübbesi vardı. Bu durum beni ziyadesiyle memnun etmişti. Merhum Hocam, bu kıyafetiyle alakalı olarak, ‘Kur’an-ı Kerîm’e yaptığımız hizmetten dolayı Allah Teâlâ ahirette de bize bu sarığı hediye etti. Burada sarıkla dolaşacaksın, kimse karışamaz.’ dedi.”

Bir Müşâhade


Merhum Üstad’la altı defa hacca giden Kamil Efendi, hacıların hizmeti dışında kalan zamanlarda Üstadla birlikte olmaya gayret ederdi. Böyle bir esnada Hocaefendi, Kamil Efendi’ye beraber tavaf etmek istediğini söyler. Tavaf mahalline inerler ve birlikte tavaf ederler. Hocaefendi’nin bir kolunda rahatsızlık olduğundan dolayı tek başına Haceru’l-Esved’e gitmekte güçlük çeker, bir talebesi ile birlikte orayı ziyaret ederdi. Kamil Efendi Haceru’l-Esved’e doğru üstada yol açmak isterken bir de ne görsün, Haceru’l-Esved’e üç-dört metre kala önleri açılmış, diğer taraflarda ise izdiham devam etmektedir. Üstad yaklaşıp Haceru’l-Esved’i öper, ardından tekrar bölge eski kalabalık haline döner.[ref]Benzer durum, başka talebeleri tarafından da müşahede edilmiştir.[/ref]

Vefatı

Üstad, 1980 yılının 28 Ağustos Perşembe günü Hakk’a yürüdüğünde, geride Ehl-i Kur’an ve ilim sahibi binlerce talebe bırakmıştı. 31 Ağustos Pazar günü Of/Uğurlu’daki cenaze merasimine eski başbakanlardan muhterem Necmeddin Erbakan gibi dönemin önemli bazı siyasetçileri de dâhil olmak üzere, Türkiye’nin her yanından akın eden on binlerce kişi iştirak etti. Cenaze namazını talebesi muhterem Mahmut Efendi kıldırdı. Cenazesi yarım asır civarında görev yaptığı Uğurlu Merkez/Büyük Camii avlusuna defnedildi. Allah Teâlâ kabrini Kur’an’ın nuruyla pürnûr, mekânını cennet, makamını âlî eylesin. Âmin.

Bu Kiri Büyük Doğu Mecrası Temizler

Okulda, hayatta Allah’tan bahsetmenin yasaklandığı gün; Anadolu, Büyük Doğu Mimarı’nın öncülüğünde muazzam bir fikir ve hareket hamlesine şahit oluyordu. Yalnız başına bir Müslüman bütün küfür yobazlarına meydan okuyor, İslam...

LİSAN ÜZERİNE ALLAH BOYASI’NIN DÖKÜLMESİ: OSMANLICA 

Beş yaşında ilk tahsile İslam harfleriyle başlayan, icazet aldığında ise ibareyi Kahire’deki öğrenciler gibi okuyup-anlayan, İstanbul’da kaleme aldığı tefsiri, Şam’da, Mekke’de ders kitabı olarak okunan bir milletin yüz yıllık...

Şeddeli Yalan Yobazları

CHP Milletvekilinin “Külliyat Kız Okullarında öğrencilere Takdir yerine İslam’ın Kızına belgesi veriliyor.” şeklindeki iddiasının YALAN olduğunu Cumartesi günü mezkür okulda okuyan Kızımın TAKDİR BELGESİNİ yayımlayarak resmetmiştim. Ne var ki...

ANNE

ANNE I. İpekten daha narindi kalbin, Evladın üşürse sen titrerdin. Çocuklarını yüreğinde taşır Biri ah etse sen inlerdin. Hastayım deyince Sanki sen iyi olur, unuturdun bütün dertlerini. Kadın yıkılsa...

Kurban Sünnet mi Vacip mi?

Hanefi mezhebine göre Kurban Bayramı günlerinde kurban kesmek vacip,[1][2] diğer üç mezhepte ise sünnettir.[3] Hanefi mezhebi bu hususta aşağıdaki delillerle istidlal etmektedir: Allah Teala, “Rabbin için namaz kıl ve...

Taksitle Kurban Almak Caiz midir?

İslam, satış akdinin şartlarına uyulması durumunda gerek peşin gerekse de vadeli(müeccel) satışı meşru kabul etmektedir.[1] Kurbanlık hayvan, Allah için kesilmesi cihetiyle bir ibadetin ikamesine vesile olurken, alışverişe konu olması...

İhsan ŞENOCAK YouTube Kanalına Abone Ol