Müslüman, İslâm’ı yaşamaktan mesul olduğu gibi İslam’a göre yaşamaya çağırmaktan ve bu uğurda mücadele yapmaktan da mesuldür. Allah Rasûlü (ﷺ) bu mesuliyetinin gereği olarak muhacir oldu, Sahabe (ra) bunun için iman ve ihlas üzere kurdukları Medine’den ayrılıp cihana seferler yaptı.
İSLÂM NE ZAMAN SAVAŞA MÜSAADE EDER?
Müslüman, İslâm’ı; hayatı ve belli mikyasta da sözleri ile tebliğ eder. Sulhu esas alır lâkin saldırıya uğradığında da sabırla, metânetle küffâra karşı durur. Bu yüzden tarih boyu Mü’minler, İslâm’ı durdurmaya matuf tecavüzlere misliyle karşılık vermiştir: “Fitne ortadan kalkıncaya ve dinin tamamı Allah (ﷻ) için oluncaya kadar onlarla savaşın.”[1] İslâm; savaşı, kendi halinde yaşayanlara değil, Mü’minlerin dinlerini yaşamalarına ve onu tebliğ etmelerine müdahale eden zalimlere karşı emreder. Nitekim Allah Teâlâ: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Lâkin aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”[2] buyurmaktadır. Ayet-i kerimedeki “Sizinle/ İslâm’la savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin.” ibaresi; İslâm ancak bir tecavüz durumunda kıtâle müsaade eder ve onun da itidal dairesinde olmasını emreder, şeklinde anlaşılmıştır. Çünkü İslâm’da asıl olan savaşla insanı öldürmek değil, sulh ve selametle onun yaşamasını temin etmektir. Cemiyet de devlet de insan yaşayınca yaşar. Lâkin İslâm, cemiyeti ifsad ederek buna mani olanlara, yani zehri pazarlayıp ilacın hastaya ulaşmasına mani olanlara da sessiz kalmaz. Savaş; namaz gibi “lizâtih-i hasen” bir ibadet değil, “li ğayrih-i hasen” bir ameldir. Bizzat güzel değil, tıpkı kangren olmuş bir uzvu diğer uzuvları himaye etmek niyetiyle kesmek gibi başka bir maslahattan dolayı güzeldir. Bu zaviyeden bakınca İslâm’da savaş, merhamettir; mazlumların, mustazafların kurtuluşudur. Son Büyük İslâm Devleti Osmanlı’nın orduları, küffâr üzerine bu şartlar bağlamında ve bu mefkûrenin tahakkuku için gitmiş, Kosova’dan Mohaç’a kadar zaferler bu irade ile kazanılmıştır. Osmanlı kendini İ’lâ-i Kelimetullah dâvâsının neferleri olarak gördüğünden, varoluş gayesine mâni her ne varsa izâlesini de manevî bir mesuliyet olarak görmüştür.
OSMANLI’DA FETİH İRÂDESİ
Osmanlı; aşk, vecd, iman ve cihad devletiydi. “Fetih” deyince bir akıncının aklına bütün insanlığın kurtuluş dâvâsı gelirdi. Dervişler, erenler, dergahlar, tekkeler daha çok bu vazîfeyi îfâ etmiş, nesillere bu şuuru aşılamıştır. Osmanlı’nın Rumeli fethi, Allah’ın (ﷻ) Kitabı’nda ifade buyurduğu esaslar çerçevesinde olduğundan yürek fethinin yolunu açmış; Arnavut, Boşnak gibi milletlerin ihtidasına vesile olmuştur.
MAKEDONYA’NIN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN İSLÂM DEKLARASYONU
Bir temmuz sabahında(12.07.2019) İstanbul’dan kalkan uçakla Osmanlı şehri Üsküp’e doğru havalandık. Ecdadın at üzerinde gittiği dağları, vadileri, nehirleri geçip Üsküp’e indik. Bize refakat eden Kadir Ağabey’in Gostivar’dan gelen hemşerilerinin araçlarına binip Kosova’ya doğru yola çıktık. Osmanlı’nın izlerini silmek için yoğun bir gayret içerisinde olan Makedonya Hükümeti, Üsküp şehrine bakan dağın tepesine dev bir haç dikmesine rağmen ülkenin camileri ve minareleriyle Anadolu’yu hatırlatmasına, “Ben Osmanlı’yım” diye safını belli etmesine mâni olamamış. Tarihin derinliklerinden gelen tekbirler, tehliller, nal sesleri ve öğle vakti okunan ezanlar; bir “İslâm Deklarasyonu” gibi yankılanmakta ve bâtıla ait bütün değerleri hükümsüz kılmaktadır.
MURAD HÜDÂVENDİGÂR
Müslüman köylerindeki camiler ve şehâdet parmağı gibi semaya yükselen minareler, Rumeli’nin tapusu hükmünde. Rumeli’de Osmanlı İslâm Medeniyet Sarayı’na bir “cümle kapısı” tayin edip oradan içeriye girmek gerekirse o kapı I. Murad Hüdâvendigâr’dır.
Dağları tepeleri aşıp Priştine’ye altı km mesafede Kosova ovasında, Sultan Murad Hüdevendigar’ın şehid düştüğü yere inşa edilen türbeye vardık. Tarihi süreç içerisinde çok defa tamir edilen türbe, Yıldırım tarafından yapıldı. Kubbedeki “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.”[3] mealindeki ayet-i kerime ise 1911 yılında Balkanlar’ı ziyaret eden Sultan V. Mehmed Reşad tarafından yazdırıldı. İshak Danış Hoca, davudî sesiyle Yasin-i Şerif okurken hâzirûnun gözlerinde sanki Meşhed canlanıyordu.
KOSOVA MUHAREBESİ
Kosova bize Hüdâvendigâr’ı, Hüdâvendigâr da şehâdeti hatırlatır. Kosova, Son Büyük İslâm Devleti Osmanlı’nın İslâmiyet’in emir subaylığına memur olduğunun ve bu memuriyet uğruna en sevdiklerini feda ettiğinin şahididir. Kosova, imanın önünde hiç bir gücün duramayacağının tescilidir. Kosova, mananın maddeye galebesinin anıtıdır. Allah’a (ﷻ) ulaşma arzusundaki bir ordunun ve başkumandanın ölümsüzlük abidesidir. Kosova; usûlü, Kur’ân-ı Kerim’den; beyanı, Sünnet-i Seniyye’den; yolu, Sahâbe’den (ra) alan ruhun zafer ve şehâdet madalyasıdır. Kosova; Hüdâvendigâr’ın ihlası, ümmet’in duası, askerin şehâdet arzusuna inen ilâhî bir ihsandır.
UHUD’TAN KOSOVA’YA ULVÎ MANALAR
Allah Rasûlü (ﷺ) Uhud’u ziyaret eder, şühedayı selamlar, dirilere: “Bu (Uhud sanki aklı, aşkı, hafızası olan) bir dağdır ki bizi sever, biz de onu severiz.”[4] buyururdu. Müslümanlar 15 asırdır Uhud’u ziyaret ederek şühedanın hatırasından Allah (ﷻ) yolunda her şeyin nasıl feda edileceğinin dersini alır. Kosova, tek bayrak altında toplanan küfür ordularına karşı İslâm müdafaası olması cihetiyle Bedir’e; şühedaya mahşer olması hasebiyle ise Uhud’a benzer. Ne var ki ziyaretler, Allah Rasûlü’nün (ﷺ) Uhud’a gidiş gayesinden uzak, turistik bir seyahat hükmünde olduğundan bu ulvî manadan mahrumdur.
BÜYÜK HEDEFLER
Kosova; Kudüs’ü, Mekke’yi, Medine’yi hedef alan Haçlı Seferleri’nin hesabının Avrupa’da görüleceğinin ve Şeriat’a ittiba edilmesi durumunda zaferin hep Müslümanlar’ın olacağının ilanıdır. Hüdâvendigâr’ın Rumeli’ye Kosova’dan bakan iradesine sahip olursak bizi Kosova’ya götüren ruhu yeniden kuşanır, kaybettiğimiz mevzileri kazanır, sancağı daha da ilerlere taşırız.
KÜFFÂR TEK BAYRAK ALTINDA
Rumeli, Osmanlı Devleti’nin adalet ve ihsanıyla mamur olmaya ve İslâmiyet yayılmaya başlayınca Sırp Hükümdarı, Bosna Kralı ve Arnavutluk Hâkimi bu iman ve cihad hareketine karşı birleşir, Lala Şahin kumandasındaki Osmanlı askerini pusuya düşürerek şehid eder. Buna Osmanlı Devleti hudutları dahilinde işlenen cinayetler ve yaşanan tecavüzler de eklenince Murad Hüdâvendigâr’a adeletin devam ve bekası için sefere çıkmak ve işlenen cinayetlerin hesabını sormak şart olur. Bu yüzden Hüdâvendigâr bölgeden başkent Edirne’ye dönmez, Filibe’de kışlar.[5]
MUHAREBEYE DOĞRU
Sırp Hükümdarı Las, ülkesinin etrafındaki krallıklara elçiler göndererek kralları Osmanlı’ya karşı şu ifadelerle yardıma çağırır: “Osmanlı, ülkemi ele geçirdiğinde durmayacak, sizin üzerinize de gelecektir.” Neticede Bosna, Frenk, Engürüs, Eflak, Arnavut, Buğdan Hakimleri ve Slav Milletleri; Las ile ittifak kurar ve ortaya iki yüz bin kafirden oluşan bir güç çıkar. Arzu ettiği ittifakı tesis eden Las, Murad Hüdâvendigâr’a gönderdiği elçi vasıtasıyla Şeair-i İslâmiyye’yi Bilâd-ı İslâm’dan silip atmak, Rumeli’den Müslümanların ayaklarını kesmek için savaşacaklarını söyler ve şehzadelerin de bu savaşa katılmalarını talep eder. Hüdâvendigâr ise elçiye şöyle cevap verir: “Allah Azze ve Celle’nin inayetiyle çiçeklerin uyanma demi olan baharda, gülzardaki goncalar açılarak bir asker gibi saf bağladığında, kâfir çerilerini andıran soğuklar kar ve yağmur bulutları gibi dağıldığında ben de şanlı çocuklarım ve bütün ordumla Kosova sahrasında yiğitlik davulunu vurdurmak ve sedası ile gök kubbeyi doldurmak, düşman içerisine dalan arslanların hücumu sonunda Las’ı kara toprağa karmak için geleceğim. Sonsuz izzetlerin kaynağı Efendimiz Hz. Muhammed’in (ﷺ) Şeriatı’nın yüzü suyu hakkı için kafirin fitne ateşini yok etmek ve ateşler saçan kılıcın alevini ol sapkın topluluk üzerine saçmak suretiyle kara yüreklerini dumana boğmak için yürüyeceğim.”[6] diyerek Las’ın elçisini geri gönderdi. Ardından şehzadeleri Yıldırım Han ile Yakup Çelebi’ye hazır olmaları için ferman çıkardı. Cihad-ı Ekber’e katılmak için beylere mektuplar gönderdi. “Ey Peygamber! Sana ve Mü’minlerden sana tâbi olanlara Allah yeter!”[7] mealindeki ayet-i kerime mucibince uzaktan yakından Mü’minler, İslâm ordusuna yardıma koştu. Muharebeye saatler kala Hüdâvendigâr Gazi, Şehzade Yıldırım Han ile düşman askerini görmek üzere bir tepeye çıktığında yeryüzünün demir deryasına döndüğünü gördü:
Nice leşker akan bir ırmağa benzer,
Demirlere gömülmüş volkana benzer.
İslâm askerlerinin küffarın beşte biri kadar olduğu anlaşılınca Murad Hüdâvendigâr, beylerle istişarelerde bulundu. Bazı beyler “Belli noktalarda ordunun önüne develer koyalım, onları gören atlar ürküp kaçar.” deyince Padişah teklifi huzurdakilere sordu, Yıldırım Han söz alıp şöyle dedi: “Şimdiye kadar bu devlet Allah’ın (ﷻ) inayetiyle muhafaza edilmiş ve düşmanların hilelerinden korunmuştur. ‘Allah (ﷻ) size pek çok yerde yardım etmiştir.’[8] ayet-i kerimesi gereği Rabbimiz’in (ﷻ) kudret ve inayetine sığınmak, Efendimiz’den (ﷺ) istimdat etmek ve yüz yüze cihad etmek gerek. Yapacağımız hileler ve alacağımız tedbirler Allah Azze ve Celle’ye olan tevekkülümüzü sarsar. Bize Allah yeter.”[9] Ali Paşa da şöyle diyerek Yıldırım Han’ı teyit eden bir konuşma yaptı:[10] “Bu gece Kur’ân-ı Kerim’i açtım ve karşıma ‘Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı çetin ol.’ ayet-i kerimesi çıktı.”[11] Diğer beyler de benzer açıklamalarda bulundu. Lâkin askerlere başbuğ olan Padişah, küffarın çokluğundan endişe etmekteydi. Ali Paşa Allah’ın (ﷻ) izniyle nice azların çoklara galip geldiğini bildiren ayet-i kerimeyi[12] okudu.[13] Muharebe gecesi düşman tarafından esen rüzgar, Osmanlı askerinin üzerine toz getiriyor, hareket kabiliyetini zorlaştırıyordu. Bunun bir felakete dönüşebileceğinden endişe eden Murad Hüdâvendigâr çadırında kaleme alınan şu şekildeki manzum dua ile Rabbi’ne (ﷻ) iltica etti:
Âb-rûy-ı Habîb-i Ekrem içün
Kerbelâ’da revân olan dem içün,[14]
Şeb-i firkatte ağlayan göz içün,
Reh-i aşkında sürünen yüz içün,[15]
Ehl-i derdin dil-i hazîni içün,
Câna te’sîr iden enîni içün,
Eyle yâ Rabbi, lutfunu hem-râh,
Hıfzını eyle bize püşt ü penâh,[16]
Ehl-i İslâm’a ol muin-i nasır,
Dest-i a’dayı bizden eyle kasır,
Bakma Ya Rabb bizim günahımıza,
Nazar et can-ü dilden ahımıza,
Etme Ya Rabb mücahidini telef,
Tir-i a’daya kılma bizi hedef,[17]
Çeşmimiz sakla gerd-i marakeden,
Cünd-i İslâm’ı cümle mehlekeden,[18]
Bunca yıl sa’yü ictihadımızı,
Gazavat içre yahşi adımızı,[19]
Etme Ya Rabbi kahrın ile tebah,
Yüzümü halk içinde etme siyah,
Rah-ı din içre ben feda olayım,
Siper-i asker-i Hüdâ olayım,[20]
Din yolunda beni ŞEHİD eyle,
Ahirette beni said eyle,
Mülk-i İslam’ı payimal etme,
Menzil-i fırka-i dalal etme,
Keremin çoktur ehl-i İslâm’a
Dilerim ki erişe itmama…[21]
Murad Hüdâvandigâr, duasının sonunda Rabbinden şehadeti niyaz eder:
“Rah-ı din için ben feda olayım/Siper-i asker-i Hüdâ olayım, İslâm yolunda şehid olayım/Senin yolunda savaşan askerlerime siper olayım.”
“Din yolunda beni şehid eyle./Ahirette beni said eyle.”
Allah Teâlâ o gece sabahlara kadar yapılan hasbi dualara icabet etti, yağan yağmur toz deryasına dönen Kosova Ovası’nı akarsularla bezedi. İslâm ordusunun yolu açıldı. Haçlı ordusu gece saldırmak istedi. Lâkin Yorgi adlı bir kafir; Müslümanların sayıları az, çaresiz kaçacaklar; lâkin gece karanlığında onları bulamayız. Sabah olsun, dünya gözüyle görelim, diyerek küffârı sabah savaşmaya ikna etti.[22]
ZAFER VE ŞEHÂDET
Hüdâvendigâr, sabah orduyu tanzim etti ve kendi de merkeze yerleşti. Yeniçeriler padişahın önünde saf tuttu. Sonra da “Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.”[23] mealindeki ayet-i kerimeyi okuyarak cenk emrini verdi. Sekiz saat devam eden bir kıtâlin ardından Allah Teâlâ, İslâm ordusuna büyük bir zafer ihsan etti. Küffâr bayrakları devrildi, Kosova Ovası kefere ölüsüyle doldu, dirileri de zincirlere vuruldu. Hüdâvendigâr zafere seviniyor; lâkin şehid olamamasına hüzünleniyordu. Bu hüzünle savaş meydanında dolaşırken Miloş Nikola adında bir kafir, kendini İslâm’a giriyor gibi göstererek Sultan’ın ayaklarına atılmak ister. Çavuşlar mâni olunca, “gizli sözüm” vardır diyerek Sultan’a yaklaşır. Üzengiye geldiğinde içinden zehirli hançeri çıkararak Hüdâvendigâr Hazretleri’ne saplar.[24]
Mü’min muhlis olursa küffârın varlığı ya zafere ya da şehâdete vesile olur. Müslüman ilkinde dünya namına, ikincisinde ise ahiret adına kazanır. Miloş’un kirli elleri, Hüdâvendigâr’a şehâdet yolunu açarak ahirette büyük makamlar kazanmasına vesile oldu. Kumandanları gibi Rabbleri’nden şehâdet ve zafer niyaz eden mücahidlerin kalplerinde ilâhî hükme teslimiyet, dillerinde ise “inna lillah…” ayeti vardı. Hüdâvandigâr’ın iç organları şehid olduğu Kosova’ya gömülürken nâşı Bursa’ya getirilip orada defnedildi.[25]
Murad Hüdavendigâr, âbid ve mücahid bir devlet adamıydı. Yaşı ilerlemesine(65) rağmen at sırtından inmedi. İ’la-i Kelimetullah uğruna bir seferden diğerine at sürdü. Yirmi dokuz yıllık padişahlık hayatında hiç yenilgi yüzü görmedi. Gibbons’un ifadesiyle Osman Gazi etrafında bir ırk toplanmış, Orhan bir devlet inşa etmiş; fakat imparatorluğu Murad Hüdâvendigâr kurmuştu.[26]
KOSOVA’NIN ÖNEMİ
Kosova Muharebesi, bir cihetten Avrupa’nın içlerine doğru yürüyüşün; diğer cihetten ise Osmanlı Devleti’nin bağrında bir ur gibi duran Kostantiniyye’nin fetih yolunu açtı. Kosova, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla bittiğine ve bir daha ayağa kalkamayacağına hükmedilen İslâm Milleti’nin Osmanlı’yla yeniden “cihan hakimiyeti” için zuhûr ettiğini gösterdi. Kosova, dünyanın siyasî dengelerini değiştirdi.
“OSMANLI DÖNECEK VE BİZE SAHİP ÇIKACAK”
Meşhed-i Hüdâvendigâr, bir kürsü bir minber oldu ve beş asır akıncılara niçin var olduklarını ve neden cihad ettiklerini anlattı. Sultan II. Abdulhamid; Hüdâvendigâr’ın iman, aşk ve vecdiyle devletine ruh vermek için Meşhed’i sürekli gündemde tuttu, üzerinde Selamlık Binası yaptı. Onun gidişiyle başlayan inhitat ve ardından gelen Rumeli’den çekilme milyonlarca Mü’min’i sahipsizliğe itti. Meşhed’e bakıp müftehir olanlar, Hüdâvendigâr’ın yalnızlığına ve çiğnenen iffetlere ağladı. Türbe de Selamlık binası da virane oldu. Asılları Semerkant’a dayanan türbedar ailesi, Meşhed’i bırakmadı. Uzun yıllar virane Selamlık Binası’nda ikamet etti. Türbedar olan eşi vefat eden kadın, virane evde geçirdiği günleri anlatırken şöyle dedi: “Annem pencerenin kenarına oturur, yola bakar, Meşhed’e bakar, Hüdâvendigâr’ın türbesine bakar, ağlar ve derdi ki: ‘Osmanlı mutlaka dönecek ve mazlumlara sahip çıkacaktır. Sizlere ne mutlu ki onun dönüşünü göreceksiniz.’
‘Osmanlı’ deyince gözleri dolan Müslüman söze girdi, ‘Hocam! Biz bu inançtayız. İslâmiyet girdiği hiç bir yeri bırakmadı. Belli bir dönem yaşanan fetretten sonra mutlaka oraya geri döndü. Osmanlı, İslâm demekti. Onlar İslâm’la yeniden buralara dönecektir. Bekliyoruz.” dedi.
[1] Enfal, 39
[2] Bakara, 190
[3] Âl-i İmran, 169
[4] Buhari, hadis no: 2889; Müslim, hadis no: 1365.
[5] Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, Kültür Bakanlığı, 1979, II, 175.
[6] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 175.
[7] Enfâl, 64.
[8] Tevbe, 73.
[9] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 181
[10] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 181.
[11] Tevbe, 73.
[12] Bakara, 249.
[13] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2015, I, 255.
[14] Allah’ım! Allah Rasûlü’nün yüzü suyu hürmetine, Kerbela’da akıtılan kan içün.
[15] Veda gecesinde yaş döküp ağlayan gözler hürmetine, aşkın uğruna secdeye kapanarak yerlere sürülen yüzler hürmetine
[16] Ya Rabbi! Lütfunu yoldaş eyle bize, korumanı siperdaş eyle bize.
[17] Ya Rabbi Mücahitleri etme telef, düşman okuna kılma bizi hedef.
[18] Gözümüzü sakla cenkin tozundan, İslâm ordusunu koru her nev’i yok oluştan.
[19] Bunca yıldır devam eden gayretlerimizi, gazalarda şanlı kıl ismimizi.
[20] İslâm yolunda şehid olayım, senin yolunda savaşan askerin önünde siper olayım.
[21] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 183.
[22] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 184.
[23] Âl-i İmran, 126
[24] Bkz. Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, I, 186-7
[25] Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Teravih, Kültür Bakanlığı, 1979, II, 174- 191.
[26] Uzunçarşılı, a.g.e., I, 252-260
(Hüküm Dergisi 80. Sayı / Ağustos 2019)